Deprem sonrası edebiyatın zamanı başlamadı

Türkiye gibi sürekli sallanan bir ülkede, deprem felaketi roman ve hikayelerde çok fazla yer almadı. Bu tür toplumsal kırılmaların edebiyata nasıl ve ne zaman yansıması gerektiğini edebiyatçılara sorduk. Edebiyatın saatinin yavaş işlediğini söyleyen yazarlar, mesafe ayarı koymak, ama asla unutturmamak gerektiğini vurguladı.

Sevda Dursun Yeni Şafak
Abdullah Harmancı (solda), Duran Boz (ortada) Zeki Bulduk (ortada), Saadettin Acar (sağda) ve Ayşegül Genç (sağda), deprem felaketinin edebiyat dünyasına nasıl ve ne zaman yansıyacağını anlattı.

Ülkemizde yaşanan deprem felaketinin üzerinden bir aydan fazla bir zaman geçti. Acılar hâlâ taze, yaralar sarılmaya devam ediyor. Edebiyatçılardan da depreme yakalananlar olduğu gibi yazarlığını bir kenara bırakıp yardım için koşanlar oldu. Peki asli vazifeleri olan yaşananların geleceğe yansıtılması için edebi metinlerin şahitliğini ne zaman tutacaklar? Deprem ülkesi olmamıza rağmen, edebi türlerde deprem konusunun çok fazla işlenmediği herkesin malumu. Bu tür toplumsal kırılmaların edebiyata nasıl ve ne zaman yansıması gerektiğini ve edebiyatın asli vazifesinin ne olduğunu edebiyatçılara sorduk.

BEDELİ ÖDENMİŞ EDEBİ METİNLERLE

Edebiyatın saatinin yavaş işlediğini söyleyen Abdullah Harmancı, depremin edebi metinlere dönüşmesinin zamana bırakılması gerektiğini söyledi. Harmancı, “Zaten yazacaklarımızın tohumu ruhumuzun derinliklerinde şekillenmeye başladı. Ama ‘ön almak’ düşüncesi yaratıcı yazarlığın düşmanıdır. Ancak bu olayın yazılmaması, edebiyatın konusu yapılmaması asla düşünülemez. Edebiyat veya başka sanatlar, ‘geçmiş’i ‘tarih’e dönüştürür. Kalıcı kılar. Derinleştirir. Geleceğe taşır. 6 Şubat’tan binlerce edebiyat ve sinema eseri çıkartmalıyız. Unutulmasını önlemeliyiz. Oysa ki bu alanda edebiyatımız sabıkalı. Proje kitaplarla, piyasa işi metinlerle, ön almak isteyen cingözlük mahsulleriyle değil, zamana bırakılmış ve bedeli ödenmiş edebi metinlerle mutlaka kaleme getirilmeli” dedi.

KÜÇÜK HİKAYELERİ ÖNEMSER

Yazının her zaman yol gösterici ve çözüm önerici bir nitelikte olması gerekmediğini dile getiren Saadettin Acar, kimi zaman tanıklık etmesi, olan biteni kayıt altına alması bile bir yazının sorumluluğunu ifa etmesi bakımından yeterli olabileceğini aktardı: “Büyük musibetler, savaşlar ya da öngörülemeyen büyük felaketler beraberinde büyük dramlar da getirir. Yaraların sarılması en öncelikli gündem maddesi olur. Bu arada ayrı ayrı birer değer ifade eden insanlar, sayıyla, istatislikle ifade edilmeye başlanır. Bana kalırsa edebiyatçı insanın sayı olmasını, istatistik bir ifadeye dönüşmesini kabullenemeyen kimsedir. Her bir insan tekinin kendine özgü bir hikayesi olduğunu bilir. Hatta o, büyük olayın içerisindeki küçük hikayeleri daha çok önemser ve onlara projeksiyon tutar. Edebiyatın ve yazının asıl vazifesi budur diye düşünüyorum.”

MESAFE AYARI VARDIR

Edebiyatın bir mesafe ayarı olduğunu belirten Ayşegül Genç, “Her şeye aynı mesafeden bakılmaz çünkü. Bir şeye çok yakından bakılırsa kıymetini kaybedebilir, çok uzaktan bakılırsa vakıf olunmayabilir. Bu yüzden yazar mesafeyi kelime cinsinden bir ölçüyle kapatmaya çalışır. İnsanı insana yaklaştırmak veya insanı kendine yaklaştırmak bu ince ve hassas hesaplamalarla mümkün olur. Edebiyatçı bir haberci değildir, herkese ve her olaya aynı noktadan bakamaz. Deprem afet gibi durumlarda insan durduğu yeri de baktığı yönü de kaybedebilir. Hemen yazmaya girişmek bu açıdan sakıncalıdır. Arada devasa boşluk oluştuğunda oraya atılan her kelime atıl kalır” açıklamasını yaptı.

TANIKLIK ETMENİN YÜKÜ

Depreme Kahramanmaraş’ta yakalanan Duran Boz ise, yaşananların büyük anlatının bir parçası olarak sonradan gelenlere miras kalacağını aktardı: “Böylelikle edebiyatçılar, sanatçılar büyük anlatıların izini sürerek bugünden yarına bir bağ kuracaklardır. Şairlerin yazdığı şiirlerle kuşaktan kuşağa bir duyarlığın çağdaş biçimleri aktarılır. Aynı şekilde büyük anlatıların izini süren romancılar, öykücüler, seyyahlar da zenginleşen duyarlık tarzlarıyla dünden bugüne ve yarına kayıt düşmenin çabasını taşır. Açıkçası sıcağı sıcağına anlatılamayan afetler ve savaşların üzerinden zamanın geçmesi gerekir. Dolayısıyla insanı kasırgalardan geçiren afetlerin ve savaşların anlatıcısı olarak sanatçılar ve edebiyatçılar yaşadıkları çağa tanıklık etmenin yükünü omuzlarında taşır.”

EDEBİYAT UTANDI

Gönüllü olarak deprem bölgesine giden Zeki Bulduk, edebiyat için ya da edebiyatçı kimliğiyle değil de insanca yaklaşmak gerektiğini ifade ederek şunları belirtti: “Henrich Böll, Ademoğlu Neredeydin, diye bir roman yazdı 2. Dünya Savaşı sonrası. İster edebiyatçı ister vasıfsız insan Her afet, savaş ve trajedide sorulacak soru bu olsa gerek. Neredeydin? Antakya’da 17 yaşındaki Mehmet’in cenazesini dört saat uğraşıp çıkaramadım. Adıyaman’da 25 yaşında bir delikanlıyı ceset torbasına koyarken bir daha öldüm. Maraş’ta bir gece yarısı enkazdan tüm akrabalarının özel eşyalarını alan genç kızla ben de sessizce bir cami avlusunda donup kaldım. Edebiyat utandı. Sadece hafıza için dönüp baktı. Hafızamda toplu mezarlar var. O mezara vicdanımız ve merhametimiz gömülmesin diye; dayanışma için varsa edebiyatın bir namusu vardır.”

,

Deprem kitaplara bakışımı değiştirdi

Bu eserler deprem bölgesi için