Fransa’da Müslümanlar Türkiye’dekiler gibi rahat değil

Türkiye’ye ilk kez gelen Nobel Ödüllü yazar Annie Ernaux, Türkiye ile ilgili izlenimlerini de paylaştı: “Burada dini bir serbestlik var ve Fransa’da ise hâlâ Müslümanlarla ilgili birtakım krizler yaşanıyor.”

Dilber Dural Yeni Şafak
2022 Nobel Edebiyat Ödüllü Fransız yazar Annie Ernaux.

Geçtiğimiz yıl Nobel Edebiyat Ödülü’ne layık görülen Annie Ernaux, Fransa’nın yaşayan en önemli yazarlarından biri. Kadın hareketinin öncü yazarlarından biri olan Ernaux işçi sınıfına mensup bir aileden geliyor. Eserlerinde kendi yaşam hikâyesinden de yola çıkarak kadın haklarına dikkat çekiyor. Ernaux sınıf atlama, evlilik, kadın özgürlüğü, ölüm gibi meseleleri kendi deneyimleri üzerinden aktarıyor. Eserlerinde daha çok 20. yüzyıl kadınını, taşradan kente göçü, nesiller arası farkları ilişki bağlamında ele alıyor. Sosyal adaletsizliğe ses çıkaran politik bir isim olan Ernaux’un kitaplarını okuduğunuzda anlaşılır, basit bir dili, cümlelerinin kısa ve akılda kalıcılığı dikkatinizi çekiyor. Eserlerinde yaşamından izleri de sıkça gördüğümüz yazarın, “Seneler” kitabı başta olmak üzere, “Yalın Tutku”, “Babamın Yeri”, “Boş Dolaplar” gibi kitaplarında bu izleri görmek mümkün.

Geçtiğimiz günlerde Ernaux, İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen 42. İstanbul Film Festivali kapsamında kendi yazdığı, oğlu David Ernaux-Briot ile yönettiği “Super-8 Yılları” adlı belgesel filmin gösterimi için festivalin konuğu olarak ilk kez İstanbul’a geldi. Ernaux’un basın toplantısına gitmeden önce erkenden Taksim’de bir kitapçıya uğrayıp Ernaux’a kitabını imzalatabilmek umuduyla son çıkan “Bir Kadın” isimli kitabını alıp yol boyunca okudum. Ernaux, “Yalın Tutku” isimli kitabında kendisini, “Bir Adam” isimli kitabında babasını anlatmıştı. Son çıkan “Bir Kadın” isimli kitabında ise annesini anlatıyor. Dokunaklı bir eser olan bu kitabında “Annem hakkında yazıyorum çünkü onu dünyaya getirme sırası sanırım bende” diyor. Aslında annesine olan sevgisini diğer kitaplarında görmüştük ama “Bir Kadın” isimli kitabında daha da pekiştirmiş. Ernaux, bir anne ve kızı arasındaki hem zayıf hem de sarsılmaz bağı, onları ayıran dünyaları anlatıyor. “Bir Kadın”da mümkün olan en tarafsız dille yazılmış bir ağıt, belki de Ernaux’nun en dokunaklı metnini görüyoruz. Ernaux’un bu kitabında belleğini, zihinsel ve fiziksel bütünlüğünü yok eden onulmaz bir hastalıktan kurtulamayan annesini gene o yalın dili ile okuyucuya anlatırken, “Bu kitap ne bir yaşam öyküsü, ne de kuşkusuz, bir roman; belki yazın, sosyoloji ve tarih arasında bir şey. Baskıcı bir çevrede doğan ve bu çevreden çıkmak isteyen annemin tarihin bir parçası olması gerekiyordu ki dahil olmamı istediği, kelimeler ve fikirlerle yönetilen dünyada kendimi daha az yalnız, daha az yapay hissedebileyim” diyor. Basın toplantısı başlamadan bir çırpıda kitabı da bitirmiştim.

TEMEL KAYNAĞIM BELLEK VE HAFIZA

Söyleşi sırasında Ernaux, annesinden bahsederken kitapta okuduğum paragraflar zihnimde canlandı. Aslında yazarımız ilk olarak yazmaya günlük tutarak başlamış. 16 yaşından itibaren günlük tuttuğunu söyleyen Ernaux, evlendiğinde günlüklerinin bir kısmını annesinin evinde bıraktığını söylüyor. Daha sonra annesinde bıraktığı için pişmanlık duyduğunu söyleyen Ernaux, “Hep diyordum ki, annem gelip bizimle yaşamaya başladığı zaman bu günlükleri, defterleri bana getirir. Oysa getirmedi ve aramızda bizi böyle kızdıran konularla ilgili konuşmamak gibi bir alışkanlığımız vardı. Ben de uzun süre sormadım ve bir süre sonra onları yok etmiş olduğunu anladım” diyor. Bu yüzden de 22 yaşından öncesine ait elinde yazılı not bulunmadığını, çocuklarıyla ilgilendiği yıllarda çok da fazla yazamadığını söylüyor. Peki Ernaux, yazarken tuttuğu notlardan, günlüklerden yararlanıyor muydu? Ernaux, “Seneler” kitabı romanını yazarken, yararlandığını dile getiriyor ve ekliyor: “Hep hafızama, belleğime başvurdum. Olayların, şarkıların belleği idi. Burada ortaya çıkan o dönemdeki, atmosfer, söylenti Söylentiler derken sadece konuşulanlardan bahsetmiyorum aslında. Yani belli bir dönemin duygusunu yansıtan her tür öge. Ben farklı dönemlere dalıp hemen çıkabiliyorum ve 25-30 yaşlarında şöyle bir deyim kullanırdım: Ben kendi geçmişimde istediğim gibi dolaşabilirim. Zihnime inip yürüyüş yapmak, günlük hayatımda gözlemlediğim şeylere dair notlar alırım. Bazen çok sık not alırım, içinde bulunduğum ana göre bu değişir. Bu notlar genellikle kağıt parçalarına yazılır bazen işime yarar bazen hiç işime yaramaz, hiç kullanmam onları. Ama notlardan ziyade belleğimdeki hatıralarımla çalışırım.” Anlaşıldığı üzere Ernaux, elbette notlar alarak çalışıyordu ama ne zamanki eşinden ayrılıp yaşamını tek başına sürdürmeye başlamış o zaman “İstediğimde yazabileceğimi bildiğim için dünyayla ilgili, siyasi konularla ilgili çok notlar aldım ama bu yine de tabii ki kaynaklarımın temel ögesi değil” diyor ve temel kaynağının bellek ve hafıza olduğunu belirtiyor.

YAZDIĞIM YAZILAR NEYİ DEĞİŞTİRİR?

Edebiyatın bir süreç olduğunu söyleyen Ernaux, “Yazmaya başlarken nereye doğru ilerleyeceğimi bilemiyordum. Bu süreçte baştan her şeyiyle yönü belli olmaz. Zaman içinde evrilir” diyor. Yazdığı her kitabın sonunda kendisine “Bu kitapta acaba ne buluyorum, bu yazılar neyi değiştirir?” diye sorgulama yaptığını anlatıyor ve her zaman Nobel ödülünü öne çıkararak değil, bu şekilde yazabilmeyi umut ettiğini sözlerine ekliyor. Birçok kadının önünde engeller olduğunu söyleyen Ernaux, eril yargıların kendisini yazmaktan alıkoymadığını dile getiriyor ve ekliyor: “Belki biraz kendi küçük aile çekirdeğimden söz edebiliriz. Benim annem babam çok tipik değildir. Annem çok güçlü kadınların olduğu bir kuşaktan geliyor. Annem hem dişi hem de erkeksi rolü üstlenmek zorunda. Annem de gücünü kendi güçlü annesinden miras aldı. Çok güçlü iradesi olan bir kadını teşkil etmiş oldu. Bu da zaten hem edebiyatımızda var ve bu hem de zor olana karşı durma göğüs germe olarak karşımıza çıkıyor.

TÜRKİYE’DE BAŞÖRTÜLÜLER ŞANSLI FRANSA’DA HÂLÂ SORUN VAR

Annie Ernaux ve oğlu David Ernaux-Briot, Türkiye’ye ilk defa gelmiş. Ernaux, “İstanbul’da bir özgürlük hissi hakim. Bütün bir dünyayı içinde barındıran, çok güzel, çok keyifli bir şehir” ifadelerini kullanıyor. Ernaux, Fransa’da kimlik krizlerinin yaşandığını belirterek, “Fransa’da son 20 yılda birbiri ardına gelen hükümet bu kimlik krizlerinden besleniyor ve bunu besliyorlar. İşi dindirmek yerine, meseleleri çok daha zor hale getiriyorlar. Bu da tabii ki Fransa için çok dramatik sonuçlar doğurabilir” şeklinde konuşurken oğlu David Ernaux-Briot ise, şu sözlerle anlatıyor: “İstanbul, çok enerji barındıran, çok genç nüfusu sahip bir yer. Açık bir geleceği olduğunu düşünüyorum. Ben şöyle bir değerlendirme yapıyorum. Bir süre önce Malezya’ya gittim ve başörtüsü ile ilgili Fransa’da süren tartışmalar etrafında bir seyahatti bu ve Çin kökenli toplulukların yaşadığı, Malayların, Müslüman kökenlilerin farklı farklı toplulukların olduğu bölgeleri gezdim ve hepsi bir arada işlevselliğini koruyordu. Şimdi burada da dini bir serbestlik var ve Fransa’da ise hâlâ Müslümanlarla ilgili birtakım krizler yaşanıyor. Fransa’da yaşayan Müslümanlar için bu işi zorlaştırıyor.”

BUGÜNDEN GEÇMİŞE BİR AİLEYE BAKMAK

42. İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen, yazarlığa adım atmadan önce çekilmiş 8 mm hatıra filmlerini bir araya getirerek evlilik, annelik ve 1968 sonrası olup bitenler üzerine kendi yazıp anlattığı ve oğlu David Ernaux-Briot ile birlikte yönettiği “Super 8 Yılları” filminde David Ernaux-Briot, annesinin film rulolarını izledikten sonra metni annesinin yazdığını ve seslendirdiğini söylüyor.

Annie Ernaux ise şu sözlerle anlatıyor: “Bir aileye ait görüntülerin yer aldığı filmi, ‘ben’ demeden anlatmak çok zor olurdu. Çünkü karşınızda gördüğünüz bir kadın var. ‘Ben ekranda gördüğünüz kadın’ diyerek bir açıklama yapıyorum. Şunun ayırdına varmak istiyorum. Bugün sözü elinde tutan iki sene öncesine kadar bunu yapabilmiş olan bir kişi bu kişi. Yazmadığım şeyleri anlatma isteği de vardı. Bu dönemi kitaplarımda aslında hiçbir zaman anlatmamıştım. Bu film bazı şeyleri anlatmama vesile oldu. Bir diğer yandan ailemizin içindeki durumu anlatabildim. Kişisel bir anlatım ama özünde yine de bütün dünyanın o dönemki içinde bulunduğu durumdan bir kesit var. Dolayısıyla, bu aslında çok da bireyselci bir film değil. Bugünden geriye dönüp bakmak. Bugünden düne bakmak bir aileye bakmak… Ben filmleri çok yavaş ağır bir biçimde seyrettim mesela belli bölümler üzerinde notlar alıyordum, bir aşamadan sonra artık görüntülere dahi bakmaz oldum artık benim için bir nesneydi. Bir kadın. Ekrandaki kadın. Ben o kadının, çocuklarımın zihinlerine düşüncelerine zihnine annemin zihnine giremem, ama annemle ilişkim nasıldı bundan söz edebilirim ve uzaktan baktığınızda belli bir süre geçtikten sonra ben de yarattığı düşünce neydi, çok doğal bir biçimde bu görüntüleri bireysel olarak ortaya koydum ama diğer açıdan, toplumsal bir bakış açısıyla anlattım. Burjuvazi seviyesine erişmiş aileler o dönemde nasıldı, 1970’lerde Burjuvaziye geçiş yapmış ailelerde durum neydi, ailelerin kendi tarihleri olmayabilir ama aileler hep birlikte tarihin bir parçasını oluştururlar, bu düşüncelerle metni oluşturdum. David de bütün bu çalışmayı kendisi tertipledi. Ben de kendisini denetledim sonuçta yönetmen o.”

NOBEL ÖDÜLÜMÜ ALDIĞIMDA ÖFKE RÜZGARI ESTİ

“Kadınlar hep yazmışlardır fakat ürettikleri tanınmamıştır” ifadelerini kullanan Annie Ernaux, “Mutlaka onu kendine özgü bir tarza yazma eğilimine itmiştir. Fransa’da geçmişte çok sayıda kadın, çocuklar için kitap yazmıştır bu da toplum tarafından uygun görülmüştür. Kadınlar bu şekilde tanımlanır. Burada çok çarpıcı olan bir şey var, her zaman şöyle bir ayırım görüyoruz. Erkeklerin yazdığı gerçekliği yansıtır gibi görünüyor. Erkekler gerçeği tek başına yazmıyorlar fakat bu alanda gerçeğin ne olduğuna dair bir tekel kurmuşlar. Oysa bu doğru değil. Fransa’da bu şekilde görülüyor. Erkek olmak erkek yazar olmak… Yani, erkek yazar olduğunuzda bu edebiyat oluyor. Kadınlar ise kitap yazıyor özünde çok da edebiyat olarak tanımlanmıyor. Kadın kitap yazdı oluyor, edebiyatçı olarak görünmüyor. Ben Nobel edebiyat ödülümü aldığım zaman büyük bir öfke rüzgârı esti. Çünkü, Nobel edebiyatı almış bir kadın yoktu. Kadınlar halen daha edebiyatta meşru görülmüyor, bu çok kapsamlı bir konu” şeklinde anlatıyor.

YAZARKEN KISTASIM DUYGULAR

Fransız yazar Annie Ernaux, “Edebiyatımın, yazılarımın hayata mümkün olduğunca yakın olmasını diliyorum. Bilinen anlamda edebiyat gibi görülmesini istemediğimi ima ediyorum. Aslında edebiyat kandır, ettir. Etten kemikten, hayattan oluşur. Edebiyat hayata ne kadar yakınsa o kadar edebiyat olur” diyor. Kişisel olandan toplumsal olana bir anlatımı olan Ernaux, bunların birbirine zıt olmadığını söylüyor.

Kitaplarında genellikle duygulardan söz ettiğini ifade eden Ernaux, “Daha doğrusu toplumsal ögeler barındıran duygulardan söz edebiliriz. Kelimelerimi seçiyorum. Yazarken benim kıstasım duygular. Kitaplarımın çoğunda, henüz Türkçeye çevrilmemiş ‘Utanç’ adlı romanımda bu utanç duygusundan söz ediyorum. Aslında sosyal toplumsal bir duygudur bu. Bu duygular (utanç) size hep dışarıdan dayatılır. Ben kendim de dışarıdan dayatılan bir utanç duygusunu kitaplarımda aktardım. Buradan hareketle dünyayı toplumu okumaya çalıştım” diye konuşuyor.


Büyük bir şairi okumak pazar adetimdir