Futboldan aldım sahafa verdim

Eski Türkçe yazmalar üzerine çalışan Prof. Dr. Mertol Tulum ilk gençlik yıllarında para kazanmak için futbol oynadığını dile getiriyor ve ekliyor: “Kazandığım parayla sahaflara gidiyordum. Sahaflarda o kadar çok kitap vardı ki... Rahmetli sahaf Hacı Muzaffer Hoca (Ozak) çoğu defa bize bedavaya kitap verirdi.”

Merve Akbaş Yeni Şafak
​Futboldan aldım sahafa verdim.

Prof. Dr. Mertol Tulum, Eski Türkçe metinlerin çözümlemesi, bugünkü dile çevrilmesi konusunda en önemli uzman. Prof. Dr. Tulum’un eserleri bir süre önce Ketebe Yayınları etiketiyle okurla buluşmaya başlamıştı. Geçtiğimiz günlerde ise Türkçe Ülkesinde Sarsıntı ve Türkçe Ülkesinde Gezinti isimli iki eseri daha raflardaki yerini aldı. Türkçe Ülkesinde Sarsıntı da Prof. Dr. Tulum’un uzun yıllara yayılan ve çeşitli mecralarda yayımlanmış eleştiri türündeki yazıları yer alıyor. Türkçe Ülkesinde Gezinti için ise kendisi “Bu kitaptaki on dokuz yazı, mesleğe adım attığım 1963 yılında başlayan bilim adamlığı yolundaki yürüyüşümün araştırmacılık yönündeki ilerleyişi sırasında elde edilmiş bir nice sonucun sunumudur” diyor. Prof. Dr. Tulum Hocamızla okurla buluşturduğu yeni kitaplar vesilesiyle bir araya geldik ve ömrünü adadığı bu alanda çalışmaya nasıl başladığını, eğitim hayatını, el yazmalarına olan düşkünlüğü konuştuk.

- Hocam aslen Bursalısınız diye biliyoruz. Eğitim hayatınız da orada mı başladı?

Ben 1940 Ayvalık doğumluyum. 1950 yılında ise Ayvalık’tan Bursa’yı göçtük. Üniversite tahsilimin sonuna kadar Bursa’da yaşadım. 1963’te akademik hayatımın başlamasından emekli olana kadar İstanbul’daydım. Bursa’yla bağım hiç kopmadı çünkü hanımım Bursalıdır. Benim ailem Rumeli göçmenidir. Bugünkü Kuzey Makedonya’dan göçmüşler. Seferberlikten sonra İstanbul’a yerleşmişler. Ancak yaşam zorlaşınca Ayvalık’a gitmişler. Biz iyi bir tahsil yapalım diye de oradan Bursa’ya geçmişler. Beni herkes Bursalı bilir, ben de Bursalı olmaktan daima iftihar etmişimdir. Çünkü Bursa tarihi ve bugünüyle müstesna şehirlerden biridir.

Benim iki dedem Fatih medreselerinde (Sahn-ı Semân) müderristi. Biliyorsunuz ki seferberlik, Türklerin Rumeli’den dönüş hikâyesidir. İnanılmaz faciaların yaşandığı bir süreçtir. Eski hariciyeci Bilal Şimşir’e göre 700 bin insan göç sırasında ölmüştür. Benim ailem de bu faciayı yaşamıştır. Orada mal, mülk ne varsa satıp, buraya gelmişler. Burada da bir hayat kavgası başlamış. Babam, dedemden öğrendikleriyle imamlık yapabilecek durumdaymış ve Ayvalık’ta Çarşı Camii’nin imamlığını yapmaya başlamış.

Oradan imam olarak Bursa’ya göçtüğümüz zaman Alaaddin Paşa Camii’nin imamı oldu. Orada uzun yıllar imamlık için babam adıyla değil “Alaaddin Hoca” diye tanınırdı.

İLK TERCİHİM TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI

- Eski Türkçe metinlerin çözümlemesi, bugünkü dile çevrilmesi konusunda en önemli uzmansınız. Bu alanda çalışmalar yapmaya nasıl başladınız, bu yönde ilerlemeye nasıl karar verdiniz?

Ben Bursa Erkek Lisesi’nden mezunum. Türkiye’de o kalitede sayılı lise vardır. Kabataş Lisesi, Vefa Lisesi gibi… O günlerde bizim lisede okuduğumuz kitaplar bugün üniversitede okutulmuyor. Örneğin biz edebiyat derslerimizde Nihad Sâmi Banarlı’nın Edebiyat Tarihi isimli eserini okurduk. Hayatın bazı kırılma noktaları oluyor… Benim matematiğim, fiziğim, kimyam çok iyiydi. Çok okurdum ama edebiyata ilgim yoktu. Teknik üniversiteye gitmek istiyordum. 57-58 senesinde ilk ve tek sefere mahsus olarak dereceye göre üniversiteye öğrenci alma uygulaması yapıldı. Ben de ilgim o yönde olduğu için lisede fen bölümünü seçtim. Ancak aramda küçük bir tartışma geçen bir hocanın da bu bölümde olduğunu görünce edebiyata geçtim. Üniversite seçimlerini için İstanbul’a gelince sadece edebiyat, sosyoloji, coğrafya gibi bölümlere yerleştirilebileceğimi öğrendim. Sonuç olarak ilk tercihim olan Türk Dili ve Edebiyatı’na girdim.

- O yıllardaki üniversite programlarının bugünkülerle nasıl farkları vardı?

Fakültede dört ana bilim dalı vardı. Eski Türk Dili, Yeni Türk Dili, Eski Türk Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı. İlk sene sadece Osmanlıca okunurdu. Ben de yarım hafızımdır. Babamın mesleği nedeniyle hayatımız camilerde geçti, kulağım doludur. Bu nedenle Osmanlıca öğrenmek bana kolay geldi. Bu konuda başarılı oldum. Eski edebiyata olan düşkünlüğüm nedeniyle Türk dili dersini almadım. O alanda da dünyaca ünlü hocamız Reşit Rahmeti Arat vardı. Ben o derslere girdim ama sertifika olarak almadım. Onun yerine Arapça dersleri aldım. Arapçanın başında da Ahmet Ateş vardı ki kendisi tanıdığım en çalışkan bilim adamlarındandır. Ne zaman Süleymaniye Kütüphanesi’ne gitsem orada olurdu. Ben onun takımına dahil oldum. Nihad M. Çetin, Ahmet Suphi Furat’la dörtlü bir ekip olduk ve her sene yazın üniversitenin verdiği cüzi bir gündelikle kütüphane çalışmaları yapmaya başladık. Kalacak yer için de Milli Eğitim’e başvururduk. Bu süreçte Konya, Bursa, Kütahya gibi şehirlere gittim.

Bir yazmaya nasıl yaklaşılır

- Siz Ahmet Ateş Hocamızdan öğreniyorsunuz bu çalışma yöntemlerini, değil mi?

Bir yazma nedir, bir yazmaya nasıl yaklaşılır, özellikleri nelerdir Bütün bunları ben Ahmet Ateş gibi bir otoriteden öğrendim. Uygulamalarım da tamamıyla bu bilgilerime dayanıyor. Bahsettiğim insanları tanımak bende mesleğime karşı bir düşkünlük kazandırdı.

- Uzun yıllar bu alanda çalışan biri olarak “yazmaların arkeolojik kazı alanı gibi” olduğunu söylüyorsunuz. Bu durumu bize anlatır mısınız?

Ben bu merakım nedeniyle Orta Asya seyahatlerim sırasında arkeoloji yapılan kazı alanlarını dolaştım. İtalyan bir ekibinin yaptığı kazıyı hiç unutmuyorum: Hocalarının yanındaki arkeolog genç kızlar rüzgârlı bir günde, kül gibi bir toprak örtüsüyle, sıcak hava altında, ellerinde ufak mala ve fırçayla o zeminden bir şey çıkarmaya çalışıyorlar. Metnin neşri işte bu tür bir çalışmayı gerektirir. Arkeoloji maddi kalıntıların ortaya çıkaran bir alandır. Metinler de arkeolojik kazı alanı gibi üzerinde çalışılması gereken bir alandır. Arkeolojinin çalışma alanlarının nasıl tarihi katmanları varsa üzerinde çalıştığınız bir yazmanın da katmanları vardır.

Tazarru’nâme’nin Sinan Paşa nüshası Raif Yelkenci’den

  • Benim doktora tezim Sinan Paşa’nın Tazarru’nâme’sidir. Tazarru’nâme’nin bütün nüshalarını bulduktan sonra edisyon kritik dediğimiz, yani nüsha karşılaştırmalarını yaptım. Daha sonra Raif Yelkenci’de bir nüsha olduğu haberini aldım. Gidip bir bakınca Yelkenci’dekinin Sinan Paşa’nın kendi nüshası olduğunu anladım. Kendi nüshası derken demek istediğim şu, Sinan Paşa müsveddeyi bir hattata verip yazdırmış, daha sonra da alıp adeta redakte etmiş, ilaveler yapmış, notlar almış. Raif Yelkenci “Al evladım” diyerek bu nüshayı bana verdi. Benim çalışmam da o nüshaya aittir. Daha sonra o nüshayı Yelkenci’ye iade ettim.

Biri bende diğeri Vatikan'da

- Yazmaları toplamaya, onların hikâyelerinin peşinde gitmeye ne zaman başladınız?

Babam imam maaşıyla üç erkek çocuk büyütmeye çalışıyordu. Ben de para kazanmak için o yıllarda futbol oynuyordum. Bursaspor henüz kurulmamıştı, Pınar Spor’da oynuyordum. Yenersek 50 lira veriyorlar, yenilirsek onu da vermiyorlardı. Ayrıca Yalova Spor’da da sahte lisansla oynuyordum. Bunun dışında yine başka işler de yapıyor, kazandığım parayla sahaflara gidiyordum. Sahaflarda o kadar çok kitap vardı ki. Ünlü kitapçı, Rahmetli Hacı Muzaffer Hoca (Ozak) çoğu defa bize bedavaya kitap verirdi. Sınıf arkadaşım Mehmet Çavuşoğlu’yla kendisine gittiğimizde, “Bunları size ayırdım çocuklar” derdi. Ben daha sonra yazmalara da dadandım.

Bugün elimde çok kıymetli iki yazma var. Birincisi İkinci Murat döneminde yazılan bir fıkıh kitabı. Dünyada sadece bende var zannediyordum. Daha sonra benim de hocam olan Fahir İz’in Nesir antolojisinde bu yazmanın bir nüshasının da Vatikan Kütüphanesi’nde olduğunu öğrendim.

- Diğerinin de böyle bir hikâyesi var mı?

Bir gün Bursa’da Orhan Camii’ne cuma için gireceğim. Ezan okunurken biri el arabasıyla geçti, içinde de kitaplar. O dönemde yazmayı daha iyi biliyordum. Baktığımda kağıdın hangi yüzyıldan olduğunu anlayabiliyorum. Satan adam da bilmiyor ne olduğunu ama ben oldukça önemli bir kitap olduğunu anladım. Bununla alakalı bir makalem yeni kitaplarda yer alıyor. Bunun gibi hikâyelerle bazı yazmalar elime geçti.

Evlerine sığmayan kütüphaneler kurdular: Kitapları bize emanet

Karakoç bize paha biçilemez bir miras bıraktı

Türk musikisi hizmetinde bir ömür: Etem Ruhi Üngör