Köydeki gençler bugün daha şanslı: Kendiniz olursanız değerli olursunuz

Kenan Yavuz Etnografya Müzesi, amatör bir hayalin evrensel bir değere dönüşmesinin en çarpıcı örneklerinden. Ait olduğu topraklara vefa borcunu aynı topraklara dünyaca ünlü bir müze kurarak ödeyen Kenan Yavuz, “Kimseyi taklit etmedik. Anadolu köylerinde var olan kendi öz, yalın yaşamımızı hayata geçirdik. Dünya da bunu çok beğendi. Kendiniz olduğunuz zaman, değerli olursunuz” diyor.

Latife Beyza Turgut Yeni Şafak
Kenan Yavuz.

Sırtını Çoruh’a yaslayan, yüzünü Doğu’ya çeviren ve köklerini Anadolu’nun bereketli topraklarına salan Bayburt, Türkiye’nin yüzölçümü itibarıyla en küçük illerinden biri. Bu küçük şehir içinde şaşırtan cevherler barındırıyor. İlhamını Anadolu’dan alan dünyaca ünlü iki müze Avrupa Konseyi Müze Ödülü sahibi Baksı Müzesi ve 2021 yılında Avrupa’da Yılın Müzesi Ödülü sahibi Kenan Yavuz Etnografya Müzesi bu topraklarda yer alıyor. 2022 yılında Avrupa Birliği Kültür Mirası Europa Nostra büyük ödülünü kazanan Kenan Yavuz Etnografya Müzesi, geçtiğimiz günlerde bir de Kültür ve Turizm Bakanlığı Özel Ödülü’ne layık görüldü.

“Bu bir çocukluk hayaliydi. Belki de o hayalin etkisi çok derin kalmış bende. ‘Bir şey yapmam gerekir’ düşüncesi çabalarımızla müzeye dönüştü” diyerek anlatıyor Yavuz müzenin hikâyesini. Önce kaybolmasından hüzün duydukları aletleri, eski eşyaları toplayarak, himaye ederek başlamışlar bu işe. Ardından hatıralar eve sığmaz olunca babasından kalma köy evinin yanına tek katlı bir bina yapmışlar. Orayı görüp gezen insanlar, bu kültürü himaye ettikleri için arkalarında dua etmeye başlayınca Yavuz, doğru bir iş yaptıklarından emin olmuş. Tüm ailesi ve dostlarıyla birlikte kalkıştıkları amatör bir çalışmanın evrensel bir değere dönüştüğünü şu sözlerle anlatıyor: “Düşünün bir köye sabah bir kamyon gidiyor, akşam dönüyor. Köyde gördüğünüz tek araç bu. Böyle bir köyde doğup büyüyorsunuz ve bugün Türkiye’nin her tarafından, yurtdışında 40 bin tane insan geliyor. Benim için inanılmaz bir şey.”

Kimseyi taklit etmediklerini, Anadolu köylerinde var olan kendi öz, yalın yaşamımızı hayata geçirdiklerini ve dünyanın da bunu çok beğendiğini söyleyen Yavuz, “Demek ki kendiniz olduğunuz zaman, değeriniz oluyor. Bir başkası olmaya çalışırsanız, kendinizi beğendirmeye çalışırsanız, başkalarının bakış açısıyla yeni şeyler üretmeye ve topluma dayatmaya kalkarsanız basit bir kopya olur çıkarsınız” diyor.

YAZLARI OYUN OYNAMAK LÜKSTÜ

Kenan Yavuz, 1959 yılında oldukça geniş bir ailede, elektriği suyu olmayan, Bayburt’a kırk beş kilometre mesafedeki bir köyde doğmuş. Çiftçi bir ailenin çocuğu olan Yavuz, sekiz kız kardeşi olan bir babanın da ilk oğlu. Ailenin özellikle babaannesinin oğlan çocuğu özlemini gideren Yavuz, bu yeganeliğin hem tadını çıkarıyor hem de yükünü omuzluyor. Henüz 4-5 yaşından itibaren köyde yaşamanın gerekliliklerini yapmaya başlamış. Ailesinin hayvanlarını otlatmış, babasıyla beraber çift sürmüş. “O devirde Anadolu’da yaşayan bir erkek çocuk ne yapıyorsa onların hepsini yaptım” diyor Yavuz. Yazları güneşle birlikte yataktan kalkar, yapılması gereken işler ne ise çalışmaya başlarmış. Hazirandan ekim başına kadar hasat mevsimi için çalışırmış. Gün kararınca eve gelir, akşam yemeğini yedikten sonra yorgun düşer hemen uykuya dalarmış. Köyde erkekler tarlada, kız çocukları ise evlerde aileye yardım edermiş. Yazları kışlık yemek hazırlıkları ile ekinle, yakacak hazırlığıyla çok yoğun geçermiş ki kış geldiğinde hiçbir şeye muhtaç kalınmasın. Dolayısıyla yaz boyu çocukları için oyun oynamak gibi bir lüks olmazmış. Ancak kış akşamları, okuldan sonra oyuna vakit olurmuş. O zaman öyle çeşit çeşit oyuncaklar bulunmaz; sapan tutulur, lastik ayakkabılar araba yapılır sürülürmüş. Eğer ki kar yağmışsa en çocukların en büyük eğlencesi kendi yaptıkları kızaklarla karda kaymak olurmuş. Yavuz o günleri, “Aslında 2000’li yılların başına kadar Anadolu köy çocuklarının hepsi böyleydi. Şimdi bakıyorum dedeler hayvan otlatıyor, çocuklar oyun oynuyorlar. Bizim zamanımızda çocuk beş yaşından itibaren sorumluluk alır, ailesine destek olurdu. Anadolu’daki tüm ailelerin yaşamı böyleydi. Aile, tüm bireylerin katkı koymasıyla ayakta kalırdı. Her iş zamanında bitirilmek zorundadır. Diğer türlü bir iş diğer bir işin üzerine biner. Mevsim değişene kadar, kar yağana kadar siz hasadı yapıp bitirmezseniz, aç kalırsınız” diyerek anlatıyor.

YOKLUK BİZİ ÜZEMEZDİ

Yavuz çocukluğunda ne kendisinin ne de yaşıtlarının bir şeyin yokluğuyla mutsuz olmadıklarını ifade ediyor. “Olmayan bir şey için ‘Niye yok’ diye üzülmezdiniz. Çünkü öyle bir şeyin varlığını bilmiyorduk zaten. Dolayısıyla bizim kuşağımızın çocukları için bir şeye sahip olamadığı için mutsuzluk söz konusu olamaz” diyor. Örneğin, paranın yokluğu burada söz konusu değilmiş. Köyde her şey takas yöntemi ile temin edilirmiş. Para sadece aileler için çay, şeker ve elbise almak için gerekliymiş. Her köy evinde mutlaka kilitli bir dede dolabı olur, değerli şeyler burada kilitli tutulurmuş. İşte, kesme şeker de değerli olduğundan o dolapta saklanır, misafir geldiğinde ortaya çıkarmış. Köyde çocukların giydiği elbiseler mutlaka yamalı olurmuş. Bazen de büyüklerin üzerinden eskimiş olanları anneler yeniden keser, biçer, çocuğa göre dikermiş. Çocukların hepsi eski elbiseler giydiğinden yeni elbise giyen çocuk utanırmış. Yavuz’un bir halası da öğretmen okulundan mezun olup geldiğinde hediye olarak yeğenine yeni bir pantolon getirmiş. O zaman beş-altı yaşlarında olan Yavuz, arkadaşları eski giyerken yeni bir pantolon giymekten utanmış. Öyle ağlamış ki, o yeni pantolonu bir türlü giydirememişler.

BENDEN ÖNCE ABLAMI OKUTTULAR

Yavuz, ilkokulu köyünde okumuş. Şehre yani Bayburt’a ortaokulu okumak için gitmiş. “O dönemlerde ailelerin çocuklarını şehre, okumaya göndermeleri büyük fedakarlıktı” diyor. Aileler hem iş gücünü kaybetmek istemez hem de çocuğu şehre göndermenin maliyetini düşünürlermiş. Yine de köydeki toprağın herkesi doyurmaya yetmeyeceğini bilen aileler elini taşın altına koyar, en azından bir çocuğunu mutlaka okutmaya çalışırmış. Yavuz’un ailesi bu fedakarlığı göze alan ailelerden. Her sonbahar geldiğinde şehirden bir ev tutarlarmış. Yatağı yorganı, kışın yakılacakları, yenilecekleri kamyona doldurulur ve tutulan eve gidilirmiş. Dede ve nine kışları şehirde çocuklarla beraber durur, haziran geldiğinde o tutulan ev bozulur yine köye göçerlermiş. Yavuz, ortaokul üçüncü sınıfa geçtiğinde küçük kız kardeşi de onlara katılmış. Okutulacak çocuklar arasında kız-erkek ayrımı yapılmazmış. “Babam benden önce ablamı da okutmuştu zaten” diyerek anlatıyor Yavuz. Ablası Bingöl’de yatılı olarak sağlık okumuş ve hemşire olmuş. Yavuz, liseye geçtiğinde ablası da Erzincan’da hemşire olarak çalışıyormuş. Maaş almaya başlayınca hem erkek hem de kız kardeşini yanına almış ve Erzincan’da beraber yaşamaya başlamışlar. “Bizim ailemizde kız çocuklarının okutulmaması gibi bir yaklaşım hiç olmadı. Bu anlayışının Anadolu’ya, topraklarımıza ne zaman ve nasıl geldiğini de ben anlayamıyorum” diyor Yavuz. Ne ailede de Bayburt’ta o yıllarda böyle bir anlayış yokmuş. Hatta 1953 yılında aynı köyden sekiz kız çocuğu yatılı olarak öğretmen okuluna gönderilmiş. 1960 yılında mezun olmuşlar ve gelip köylerinde ve çevre köylerde öğretmenlik yapmaya başlamışlar. Yavuz’un öğretmen olan halası da o kız çocuklarından biriymiş. Yavuz’un da ilk öğretmeni halası olmuş.

PLAZALAR ARASINDA KÖYE ÖZLEM

Erzincan’da liseden mezun olduktan sonra 1981 yılında İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi İşletme Bölümü’nü kazanan Yavuz, üniversite okumak için Ankara’ya gitmiş. 1982 yılında üniversiteyi bitirinceye kadar her yaz okul ve sınavlar biter bitmez otobüse atlayıp köye, babasına yardım etmeye gittiğini anlatan Yavuz, “Babamla beraber çiftçiliğe başlamam gerekirdi. Çünkü ben onun büyük oğluyum diğer iki kardeşim küçüktü. Babamın beraber çalışmaya ihtiyacı vardı. Anlayacağınız üniversiteyi bitirene kadar tatil çok bildiğim bir kavram değildi” diyor. Tatil kelimesinin anlamını bile bilmediğinden, bir insanın neden tatile ihtiyacı olur diye düşünmediğinden bahsediyor. 1982’den sonra ise köye gidişleri seyrekleşmiş. Çünkü şehirde çalışması gerekiyormuş. Köyde tek başına işlerini göremeyen ailesi evlatlarının desteği ile köyden ayrılmışlar. Bayburt’tan göçerek önce ablası ve kız kardeşinin hemşirelik yaptığı Erzincan’a yerleşmişler. Daha sonra Yavuz’un da para kazanmaya başlamasıyla aile, İstanbul’a oğullarının yanına gelmiş. Tüm çocukluğu ve gençliği köyünde geçen Yavuz, o günleri yaşamındaki en güzel günler olarak anlatıyor. 1985 iş hayatına girdiği anda plazalar içerisinde bir yaşam sürmeye başlamış. Bu yaşam onda köyüne karşı hep bir özlem duymasına neden olmuş. Özellikle evlenip baba olduktan sonra her fırsatta köyünü ziyarete gitmeye başlamış. Özellikle evlatlarının nereden geldiklerini, köklerini ve kültürlerini görmelerini, sevmelerini istemiş.

YA GARANTİYİ YA RİSKİ SEÇMELİSİNİZ

Köyde büyüyen çocukların en büyük hayali bir gün o köyden kurtulmak olurmuş. Yavuz’un hayali ise köyden çıkıp sonrasında geri dönmekmiş. Onun gibi köyden çıkan ama sonrasında okumak yerine ticaret yapmaya başlayan arkadaşları da olmuş. Bir kısmı şehre giderek önce çırak, sonra işveren olmuşlar. Başarılı olanlar, olamayanlar olmuş. Okuyan çocukların aileleri mezun olan çocuklarına potansiyel devlet memuru gözüyle bakarmış. Devlet memuru olmak, orta gelirli ama garanti bir hayat yaşamak demekmiş. Üstelik bir de çalışanın eline maaş yani nakit para geçmesi Anadolu’da olağanüstü bir durummuş. Yavuz, halası ailede ilk kez maaş alan memur olunca dedesinin seslenişini şöyle taklit ediyor: “Dürdane, hele getir bir mayışını görek ayaklı banka!” Yavuz’un babası da oğlunun memur olmasını, “devletin kuyruğundan tutmasını” istemiş. Ancak Yavuz’un planı farklıymış. “Bizim dönemimizde iki seçenek vardı. İlk seçenekte devlet memuru olup düşük maaşla hayat garantisine gidersiniz ya da ikinci seçenek yüksek maaş ve riski seçersiniz” diyor Kenan Yavuz. O, ikinci seçeneğin peşinden gidenlerden. Sektörde çalışmayı ve riski seçmiş. İyi bir öğrenci ve öğrenciliğinin ardından kendini, farkını belli eden bir stajyer olması sebebiyle de yabancı sermayeli, Türkiye’nin önde gelen ilk 50 şirketinden birinde işe girmiş. Yavuz, onu işe almalarının sebebini şöyle anlatıyor: “Daha staj süresindeyken şirketin gelecek beş yıllık projeksiyonu ile ilgili düşüncelerimin raporunu hazırlamıştım. O tarihteki genel müdüre vermiştim. Sonra mezun olunca onlar raporumdan hoşlanmışlar ve beni işe davet ettiler. Aslında stajın da ne kadar önemli olduğunu anlatmak için önemli bir anekdot bu.” Yeni mezun veya staj yapacak gençlere ise şu öğüdü veriyor: “Staj yapmaya giden çocuklar, bulundukları atmosferde, şirkette, ortamda farklı olduklarını ve katkı ortaya koyabileceklerini gösterirlerse bu durum onların önünü açar. Dolayısıyla staja böyle prosedürü tamamlamak gözüyle bakmasın gençler. Bu bir fırsattır, bu fırsatı değerlendirmeleri gerekir.”

GENÇLER SORUMLULUK ALMALI

Askerlik yaşı geldiğinde, askerliği de bir zaman kaybı olarak görmekten ziyade oradan kendine bir kazanç katmak istemiş. O zamanlar topçu okulunda dereceye girenlere istediği yeri seçme hakkı verilirmiş. Herkes ya kolay diye ordu evlerini ya da yakın diye memleketlerini seçermiş. Yavuz da dereceye girenler arasındaymış ancak kolayı seçmek yerine yedek subay olarak Kayseri’de Hava İndirme Tugayı’nda askerlik yapmayı seçmiş. Bu tugay, dereceye girmeyenlerin de seçebileceği bir yermiş. Paraşütle atlamak riskli bir iş olduğundan yedek subay maaşı daha yüksekmiş. Yavuz, burada biriktirdiği parayı yüksek lisans yapmak için kullanmış. İstanbul’da İstanbul Üniversitesi İşletme Fakültesi İşletme İktisadı Enstitüsü’nde yüksek lisansını tamamlamış.

“Eski düzende askerlik, gençlerimizi olgunlaştıran, yeni insanlarla tanışmayı, arkadaşlık kurmayı geliştirirdi. Disiplin için çok faydalı olduğuna inandığım bir sistemdi” diyor Yavuz. Gençlerin askerde bambaşka bir dünya ile tanıştığını ve böylece olgunlaştıklarını ifade ediyor. Oysa günümüzde gençlere değil askerlikte, evlerinde bile sorumluluk verilmiyor. Kendi okul çantalarını dahi anne-babaları tarafından taşınan çocuklar, hayatı sırtlanılacak bir yük, başarılacak bir hedef olarak görmüyor. Yavuz, henüz 4-5 yaşlarındayken dahi ailesinin ona sorumluluk vererek evlatlarına ne kadar güvendiklerini belli ettiklerini söylüyor. Ailesinin bu güveni onun özgüvenini inşa eden birinci unsur olmuş. “Ailem bana çok güvenirdi. Şimdi ben de çocuklarıma güveniyorum. Okulu bitirip köye gittiğimde babam bana, ‘Sınıfı geçtin mi, ne oldu?’ diye sormaz sormazdı. Bana güvendiğini bildiğim için bu bana çok büyük bir haz verirdi. O sadece hedef verirdi. ‘Okulunu bitir, başarılı ol’ falan, bu tür şeyler. Ama hesap sormazdı. Dolayısıyla o güven bende büyük bir özgüven yaratmıştı” diyor.

Yavuz, yüksek lisans mezunu olarak işe başladığında ayakkabıları su geçiriyormuş. Aldığı ilk maaşla bir ayakkabı mağazasına girip kendine bir çift ayakkabı satın almış. Mağazadan çıktığında duyduğu tarifsiz mutluluğu şu sözlerle anlatıyor: “Hayatımda ilk kez ihtiyacım olan bir şeyi kendim temin etmiştim. Kendi kazandığım parayla bir mağazaya girdim ve şak diye bastım parayı, aldım ayakkabıyı! Bunlar küçük mutluluklar ama şimdiki çocukların çok bileceği şeyler değil…”

KÜLLERİNDEN DOĞAN KURUM

Kenan Yavuz, 2004 yıılında Petkim’e ilk adımını atmış. Önce yönetim kurulu üyeliğine, ardından mayıs ayında Petkim Genel Müdürlüğü görevine atanmış. Petkim, 2004 yılının Ocak ayında ihaleye çıkıldığında teklif olmadığı için iptal edilen bir şirketmiş. Herkesin hurda gözüyle baktığı şirketi dört buçuk yıl içinde 4 milyar dolar bedelle özelleştirmişler. Yavuz, bu başarı hikayesini şöyle anlatıyor: “Mart ayında 360 trilyon zarar açıklayan Petkim’i aynı yılın eylül ayında kâr açıklayan bir şirket haline getirmeyi başardık. Kendi oluşturduğumuz fonlarla olağanüstü yatırımlar yaparak Petkim’i yeniden rekabetçi bir yapıya büründürmek nasip oldu. Burada topyekûn bir çalışma var. Çok iyi bir yönetim kurulu, çalışanlar, siyasi iradenin desteği ve arzusu Bunların hepsi bir araya geldiği için başarabildik.”

“Azeri kültürü ile Bayburt kültürü birbirine yakındır” diyen Yavuz gençliğinde Türk birliğine ideolojik olarak da yakın olduğundan, Socar’ın Azerbaycan tarafından satın almasını çok büyük bir şans ve tevafuk olduğunu düşünüyor. Bu süreçten sonra Yavuz, Socar Türkiye’nin kurucu başkanı olarak görev almış. Böylece o zamanın başbakanı olan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın desteğiyle hem Petkim’i büyütmüş ve STAR Rafinerisi’ni hayata geçirmişler. Hem de TANAP’ı bugünkü güney gaz koridorunun temellerini ve yatırımlarını başlatmışlar. Cumhuriyet tarihinin bugüne kadarki en büyük yatırımcısı olan Socar’daki çalışmaları nedeniyle Yavuz, 2015 Ağustos ayında Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İlham Aliyev tarafından “Terakki Madalyası” ile ödüllendirilmiş.

BUGÜN KÖYDE YAŞAYAN GENÇLER ŞANSLI

Bir röportajında “Bu dönemde doğan gençlerin, doğduğu toprakları bırakıp gitme nedenleri bizimki kadar meşru değil” diyen Yavuz’a bu sözün nedenini soruyorum. Sözünün arkasında durduğunu söylüyor ve nedenini şöyle açıklıyor: “Bizim zamanımızda nüfus çoktu ve fakirlik çok fazlaydı. Günümüzde benim köyümdeki gençlerin yaşam standardı, İstanbul’daki çok üst düzey ailelerin çocuklarının yaşam standardına yakın. Para kazanabiliyorsanız, köyünüzde her imkana ulaşmanız kolay. Bir kere köylerimizde herkes villada oturuyor. İstanbul’da bağımsız bir evde oturmak ancak bin kişiden birine nasip olabilen bir şey. Yollar asfalt, hastane ayaklarının altında. Üniversite, 25 dakika uzaklıkta. Evlerinde her türlü teknolojik alet var. Herkesin traktörü, arabası var. İstanbul’da düşük ücretlerle geçinmek daha zor. Ve hakikaten sosyal bir yaşamları yok bu çocukların İstanbul’da. Bugün artık şartlar değişti. Dolayısıyla şehre gitmesi gerekenler, artık toplumun öne çıkardığı yani çok üst düzey çok başarılı olacak gençler olmalı. Onlar dışında bugün köylerimizde doğan çocukların yüzde onundan fazlasını eğer şehre taşımaya devam edersek 20 yıl sonra köy kalmayacak. Mikro tarım, mikro hayvancılık ne olacak? Köyden şehire çocuklarımız arasında rekabet edecek yetkinlikle olanlar gelmeli. Rekabet edemeyecek çocuklarımızı harcamayalım. Bu çocuklara köyümüzde ihtiyaç var.”

İŞ ORTAMINDA HİYERARŞİ YOKTUR

“Bana göre iş ortamında hiyerarşi yoktur” diyor Yavuz. Hiyerarşinin sadece karar mekanizmalarında geçerli olması gerektiğini savunuyor. “Bir arkadaş gibi, hiçbir ayrıma tabi olmadan herkesin çalışan olduğu bir mekanizmada genel müdür de çalışandır, temizlik elemanı da çalışandır. Hiç kimsenin bir diğerinden fazla önemi yoktur. Bunu bir zincir halkası gibi düşünebilirsiniz. Zincirde tüm halkaların eşit derecede dayanıklı olması lazım. Bu halkalardan biri bile zayıfsa kopar. Ben hadiseye böyle bakarım” diyor. Kendi mesaisini ise yirmi dört saat olarak tanımlıyor. Petkim’de çalışırken bir dönem (6 yıl boyunca) fabrikanın yanındaki lojmanda yaşamış. Çoğu zaman vadiye değişimlerinde sabah 4 veya gece 12 fark etmeden çalışanlar işlerine geldiğinde onları ilk o karşılarmış. Onlarla kurduğu bağ, arkadaşlık ve muhabbetin iş hayatında verimliliği de beraberinde getirdiğinin altını çiziyor. Özellikle çalışanlar için kurduğu “öneri sistemi” ile her çalışanı ve her öneriyi birebir dinlermiş. Uygulamaya geçirdiği önerilerinin takibini de yine kendisi yaparmış. Yavuz, bu işleyiş ile çalışanları önerilerini hayata geçirerek yüz binlerde dolar verimliliği sağladıklarını söylüyor.

TOPRAĞA BORCUNUZU UNUTMAYIN

Kenan Yavuz, Etnografya Müzesi’ni kurma nedenini şöyle anlatıyor: “Burada insanlara şunu göstermek istiyorum: Gençler bana baksınlar ve desinler ki ‘Bu adam dünya üzerinde canının istediği her yerde yaşayabilirdi. Ama köyünde yaşıyor. Acaba niye?’ Benim köyüm güzel ve yaşanabilir. Çiftçi olmak, köyde kalmak, köylü olmak… Bunlar geleceğin dünyasında üst statülü insanların sahip olabileceği şeyler olacak. Dolayısıyla gençler, artık köylerde kalmanın statü kaybı olduğunu düşünmesinler.” “Doğduğu topraklardan doyduğu topraklara” diye bahsedilen göçün artık tersine işlediğinin bir kanıtı Kenan Yavuz. Şehir hayatından, metropol trafiğinden bıkan pek çok insan bugün kendine sakin ve sessiz yeni yuvalar arıyor. Yavuz, kendi yaşamındaki dönüşün Bayburt’ta, doğduğu köye olmasını ise büyürken kendisine sunulan sevgiye bağlıyor. Gerek Bayburt’un derin kültürü gerek orada yaşayan insanların çocuklarına gösterdiği sevgi dilinin onu bu topraklara yeniden çektiğini anlatıyor.

Hem şehir ve plaza hayatını hem de köy yaşamını gözlemlemiş bir tecrübe olarak iş dünyasındaki insanlara şu çağrıda bulunuyor: “Levent’te gökdelenin olsa ne olacak? Benim şu anda Levent’te bir gökdelenim olsaydı benimle bu röportajı yapar mıydınız? Yapmazdınız. Oysa paylaşmak insanı bambaşka bir dünyaya taşıyor. Kültür ve sanat insanı bambaşka bir dünyaya taşıyor. İsminiz dünyada kalıyor, siz ölüp gidiyorsunuz. Para biriktirdiniz, 80 daireniz oldu. Önemli olan bu mu? Köyüne ne yaptın, kaç kişinin elinden tuttun, ülkeni nasıl temsil ettin? Köyünüzde kimse yoksa, köyünüzün kokusu, dokusu solmuş, babanızın evi dahi yıkılmışsa bunlar olmadıktan sonra gökdeleniniz olsa ne olur? Tavsiyem bunları yapın, mutlu olun. Levent’te, Maslak’ta 100 gökdeleni olan kişi benim duyduğum mutluluğun ve huzurun binde birini duyamaz. Mümkün değil. O yüzden diyorum ki gelin doğru yolu bulalım. Ben buldum Allah’a şükür. Allah’ın takdiri diyelim. Yine para kazanın evler arabalar yatlar alın ama kendi toprağınıza borcunuz olduğunu da unutmayın.”

Türk arkeolojisinin sağlam köklerini göstermek istedik