Mehmet Şeker: Gün geldi gazetemiz kurşunlandı gün geldi baskına uğradı

Otuz yıl, gün hesabına vurunca on bin günü geçiyor. Acısı tatlısıyla pek çok hatıra birikti tabii. Gün geldi gazetemiz kurşunlandı, gün geldi baskına uğradı. Bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat postmodern darbe döneminde sık sık yoldan geçen arabalardan binamıza kurşun sıkılırdı. Otuz yıl içinde çok sevdiğimiz arkadaşlarımızı kaybettik. Her kaybımızın acısı büyüktü ama Mustafa Cambaz’ın aniden gidişi hepimizi çok yaraladı.

Mehmet Şeker

Yeni bir gazetenin çıkacağını öğrenince, “İsmi cismi belli mi, kimler var?” diye sordum Nusret Özcan’a. “Yeni Şafak” dedi ve bazı isimler saydı. “Dahası da var.” Haberin güzelliği ikiye katlandı.

Ne günler yaşadık ve kim bilir daha ne günler bizi bekliyor. “Ülkemizin zor zamanlardan geçtiği şu dönemde...” diye başlayan cümleler duyardık hep. Çocukluğumuzda, gençliğimizde, yetişkinliğimizde hiç değişmedi. Ülkemiz hep sıkıntılı yıllar geçirdi. Kaldı ki bizden öncekiler daha ağır şartlarda yaşamışlardı. Biz savaş görmedik en azından. Zor zamanda konuşmak da zordu, yazmak da. İsmet Özel’e selâm olsun. Üç mesele vardı beş oldu, derdimiz bin bir iken, bin beş yüz oldu. Savaş görmedik ama darbenin her türlüsünü gördük. “Artık bu zamanda darbe mi olur” diye düşünüldüğü dönemlerde, modern, postmodern darbeler gördük. Rahat, sıkıntısız, müreffeh olamadık bir türlü. 90’lı yıllar çok ağır geçti. Özellikle 93 senesinde suikastlerin, cinayetlerin ardı arkası kesilmedi. Bariz bir çelişki vardı ülkemizde. Seçimlerde sandıkta hep sağ galip gelirdi ama basında güç solun elindeydi. Yasama, yürütme ve yargıdan sonra dördüncü kuvvet bilinen basın, zaman zaman birinci güç olmaya meylederdi. Açıkça dile de getirilirdi çekincesiz. Manşetlerle hükümetler devrilir, yenileri kurulurdu. İktidarların ömrü aylarla ölçülürdü. Bakanların görev süresi günler üzerinden hesaplanırdı. Öyle ki “İktidar olabilirsiniz ama muktedir olamazsınız” sözü klişe hâline gelmişti. “Hükümet kurabilirsiniz ama basına hiçbir zaman gücünüz yetmez. Bazı gazeteleriniz, televizyonlarınız olabilir ama filanca gazeteye dokunamazsınız” gibi telkinle karışık tehditler, kimi zaman üstü kapalı, kimi zaman açık yapılırdı ve bu şüphesiz bir gerçekliğin ifadesiydi. İçinde halka tepeden bakışın izleri bulunmaktaydı. O bakış da demokrasiyi içine sindirememişliğin neticesiydi elbette. Aynı zamanda vatandaşı küçümsemenin, seçkinciliğin, despotluğun.

Devlet sırrı gibi bir gazete hazırlığı vardı

Meşhur Marmara Kıraathanesi’nden sonra bizim takım Erenler adıyla bilinen Çorlulu Ali Paşa Medresesi’ni mekân tutmuştu. Orası turistik hâle gelince, hemen yan tarafında Sinan Paşa Medresesi devreye girdi. İçindeki moloz yığını temizlendi. Haftalarca kamyonlar yük çekti ve İLESAM Lokali olarak açıldı. Yarısı da Rumeli ve Balkan Dernekleri tarafından kullanılıyordu. Kamyonlar henüz işlerini tamam etmemişken bir gün Mustafa Kutlu “Gel bakalım” dedi. Erenler’den çıktık, yan tarafa geçtik. “Bu kadar taş toprak, nasıl yığılmış buraya?” diye hayret ettik. Lokal açılınca, toplanma mekânımız orası oldu. Yazan, çizen, okuyan, işi olan olmayan, evli bekâr nişanlı herkesin günlük uğradığı, kamuya açık bir mekândı. Baş eğerek girilir, yine o şekilde çıkılırdı. Kabirlerin arasından geçilerek şadırvanlı avluya varılırdı. Bir gün karşılıklı dizilmiş sedirlerde otururken, Nusret Özcan kısık sesle bir gazete hazırlığından bahsetti. Devlet sırrından bahseder gibiydi. Heyecan verici bir gelişme. Dergi veya gazete söz konusu olduğunda, nabzı artanlar için bu harika bir haberdir. Çıkan her dergi, kurulmuş yeni bir kale gibi görülür. Gazete ise çok daha ilerisi, daha önemlisi. Cemil Meriç’in “Dergi, hür tefekkürün kalesi. Belki serseri ama taze ve sıcak bir tefekkür” sözü hep aklımızdadır. Yazmaya meraklı üniversite öğrencileri de dergi çıkarma hayali içinde olur. Bir bakıma gelenek sayılır. Bir gün Erenler’de otururken içeri gelen bir üniversiteli, arkadaşına müjdeli haberi iletti. “Gözün aydın moruk! Dergiyi çıkarıyoruz. Finans işini hallettik.” Öteki dergide kimlerin yazacağını sorunca şöyle cevap verdi: “Sen, ben, İsmet Özel.”

O günden sonra bu söz kulaktan kulağa yayıldı. Herhangi bir yere gidileceği zaman -mesela lokantaya- kimlerin geleceği sorulursa aynı cevap verilirdi. “Sen, ben, İsmet Özel.”

Yeni bir gazetenin çıkacağını öğrenince, “İsmi cismi belli mi, kimler var?” diye sordum Nusret Özcan’a. “Yeni Şafak” dedi ve bazı isimler saydı. “Dahası da var.” Haberin güzelliği ikiye katlandı.

Hazırlık çalışmaları sırasında bir gün Nusret Özcan ve Selman Cahit’le beraberce gittik. Gidiş o gidiş. Onlar orada çalışmaya başladı. Ben işime döndüm. Başka bir yayın kuruluşuydu çalıştığım yer.

Askerden döner dönmez bavulumla Yeni Şafak binasına gittim

Arkadaşların hatırıyla ara sıra yazdığım oldu yenisi küçük, şafağı büyük gazetenin ilk döneminde. İlk dönem diyorum çünkü bir süre sonra maddî sıkıntılar yüzünden gazete kapandı. Yayına ara verme de denilebilir çünkü birkaç aylık sürede el değiştirdi ve Topkapı Cevizlibağ’a taşındı. O arada askere gittim. Dönüşte uçaktan iner inmez taksiye bindim ve elimde ufak bavulla Yeni Şafak binasına geldim. Hemen gazeteye gelmeliyim, askerdeyken de gazeteyle ilgili hoş bir hatıra var, ondan bahsedeyim. Van Erciş’te merkezdeki cami yanında çakmaklara gaz dolduran bir genç vardı. Elinde Yeni Şafak gördüm. Bana tavsiye etti. “Biliyorum” dedim “Arkadaşlar çıkarıyor.”

Aşağıdan yukarı şöyle bir süzdü. Pek inanmamış gibi, “Hımm” dedi. Bir asker ve bir gazete... “Çıkaranlar da arkadaşlarıymış, pöh” demiş gibiydi içinden. Kulağımla değil ama bakışlarla duydum. Dönüşte koşar adım gazeteye gelmemin bir sebebi gazeteyle ilgili duyduğum heyecan ve arkadaşları görmek olsa da asıl sebep, yanımda evin anahtarı olmadığı için akşamı bekleme mecburiyetiydi. Yeni dönemdeki ilk yayın yönetmeni Nabi Avcı, görevi Mehmet Ocaktan’a bırakmıştı. “Hemen gel başla” dediler. Kısa süre içinde başladım. Editör yardımcılığı ardından editörlük yaptım. Aynı zamanda ara sıra yazı da yazıyordum.

Pek çok okurumuz ve arkadaşımız oldu

Bir akşam arkadaşlarla aile toplantısı yaptık. Sultanahmet’te oturan arkadaşımızın evinde toplandık. Gelenlerden ikisi gazeteden yeni ayrılmıştı. Hanımlar konuşurken, ayrılanlardan birinin eşi gazetenin yakında kapanacağını söylemiş. Diğerinin eşi de sebebini maddî sıkıntı olarak belirtmiş. Eve dönerken “Ne zaman kapanır?” sorusuna muhatap oldum. Ne kadar “Yok öyle bir şey” desem de ikna etmek vakit aldı. Sicil ne kadar önemli! Bir defa olmuş, yine olabilir düşüncesinden kurtulmak kolay değil. Hayatın her yerinde geçerli galiba bu durum. O vakitler gazetede bir ara çalışıp ayrılanlar, gazete yakında kapanacak gözüyle bakıyordu. Açıkça soranlar da oluyordu. “Ne zaman kapanacak?” Otuz yıl geçti, artık herhalde kanaatler değişmiştir. Kültür Sanat sayfasında başladığım görev zamanla değişti. Aile, Televizyon, Siyaset sayfalarını da hazırladım. Düzenli yazmam istenince editörlüğü bırakmam gerekti ve “Şekerlik” köşesiyle okurların huzuruna çıktım. Mizah ağırlıklı ve eğlenceli bir yarım sayfaydı. Uzunlu kısalı sekiz-on yazı, bir karikatür, bir-iki fotoğraf ile gayet renkli bir köşeydi. Beğenildiğine dair epeyce geri dönüş dediklerinden aldık. Her ne kadar ileri dönüş yoksa da böyle bir galat, meşhur olmuş. Karikatürleri bir dönem Sinan Tavukçu çizdi. Daha sonra Osman Suroğlu. Aynı zamanda okurlardan gelen uzun ya da kısa notlara da yer veriyorduk. Katkıda bulunan pek çok okurumuz ve arkadaşımız oldu.

Karga bir rumuzdu ama devlet büyüğü kendisiyle dalga geçildiğini düşündü

Hakkı Yanık, “Karga” rumuzuyla sıkça kısa notlar yazmaktaydı. Karga’nın bir rumuz olduğunu bilmeyen bir devlet büyüğümüz, bir yazıyı yanlış anlamış ve kendisiyle dalga geçildiğini zannederek savcılığa şikâyet etmişti. Hiç alakası yoktu hâlbuki. Gerçek durumu izah etmek için basın savcılığına gitmemiz gerekti. Karga’nın yazısı yanlış hatırlamıyorsam depremzedelerle ilgili bir konudaydı. Savcı beni dinledikten sonra Karga’nın gerçek bir kişi olduğuna ikna oldu ama ilgili şahsı da görmesi gerektiğini söyledi. Ertesi gün Hakkı Yanık’la beraber gittik. Onu da dinledi. “Tamam” dedikten sonra şöyle dedi: “Yaz kızım. Depremzâdeler hakkındaki yazıyı yazan...” Depremzedelere depremzâde denmesine alışkındık ama yaşlıca bir savcıdan bunu beklemiyorduk. Düzeltmek istesem nasıl olur diye düşünüp çabucak vazgeçtim. “Zâdeler değil efendim, zedeler.” “Hayır efendim, zedelemez. Kim, kimi, niye zedelesin?” Böyle veya benzer bir diyaloğa girmek pek anlamsız olurdu. Otuz yıl içinde kimler geldi, kimler geçti diye bir baksak, arşivi baştan sona tarasak ve yazanları, çalışanları tek tek gözden geçirsek, biz içinde olanlar bile hayret ederiz. En azından “Vay be” deriz. Kimler yok ki! Olmayanları saymak belki daha kestirme sayılır. Keloğlan, Deli Dumrul, Nasreddin Hoca, Kırmızı Başlıklı Kız, Üç Silahşörler, Maskeli Beşler, Don Kişot, Kül Kedisi... Bunlar hangi gruba girecek, ona da siz karar verin. Yok diye düşünülen, bir bakarsınız ki varmış meğer.

Mustafa Cambaz’ın acısı her zaman yüreğimizde

Otuz yıl, gün hesabına vurunca on bin günü geçiyor. Acısı tatlısıyla pek çok hatıra birikti tabii. Gün geldi gazetemiz kurşunlandı, gün geldi baskına uğradı. Bin yıl süreceği iddia edilen 28 Şubat postmodern darbe döneminde sık sık yoldan geçen arabalardan binamıza kurşun sıkılırdı. Otuz yıl içinde çok sevdiğimiz arkadaşlarımızı kaybettik. Nusret Özcan, Hamit Can, Selman Cahit, Akif Emre, Kadir Demirel, Mustafa Cambaz, Osman Akkuşak, Ahmet Şişman, Kürşat Bumin, Ahmet Kekeç, Rasim Özdenören... Mustafa Cambaz 15 Temmuz gecesi Çengelköy’de iki hain kurşunuyla şehit düştü. Her kaybımızın acısı büyüktü ama Mustafa’nın aniden gidişi hepimizi çok yaraladı. Acısı her zaman yüreğimizde. Fotoğrafları gazetemizin duvarlarında. Adı gazetenin yanındaki metrobüs durağında ve daha pek çok yerde. Yine de hiçbiri teselli etmiyor, edemez. Darbe teşebbüsünün olduğu gece geç vakit telefonla aramıştı. Biz Vatan Caddesinde, Emniyet binası önündeydik. Saat 01.15’ti. “Askerler vatandaşa kurşun sıkıyorlar” dediğinde “Aman dikkatli ol” diye ikaz etmiştim. Çok uzun konuşmadık. Öne atılacağını, el kol hareketleriyle bağırıp çağıracağını tahmin etmek, onu tanıyanlar için hiç de zor değil. Mutlaka öyle yapmıştır. Kapattıktan bir dakika sonra kurşunların hedefi olmuş. O gece 252 kişi şehit oldu. Basın mensubu olarak şehit düşen tek kişi Mustafa idi. Her zaman rahmetle anıyoruz.

İlk günden itibaren büyük bir mücadelenin içindeyiz

Ülkemiz yine zor zamanlardan geçiyor ve yine şehitler veriyoruz. Bu toprağın yiğitlerini yıldırmak, korkutmak isteyenler her zaman hüsrana uğrar. Bunu biliyoruz ama gençlerimiz çabucak gitmesin, yaşasın istiyoruz. Yunus Emremizin “Gök ekini biçmiş gibi” ifadesiyle tanımlıyoruz gencecik fidanlarımızın şehadetini. Bugünlerdeyse Gazze’deki soykırım yüreğimizi yakıyor. Bebekler, çocuklar, kadınlar, yaşlılar katledilirken, öte yanda başlayan yargılamadan İsrail’in cezalandırılmasını ümit ediyoruz. Soykırımcıların, katliamcıların hak ettikleri cezayı almalarını bekliyoruz. Pek ümit olmasa da. Ne günler yaşadık! Bazen muhteşem, bazen sıradan gibi gelen. Sıradan gördüğümüz günler bile sonra bakıyoruz ki efsane olmuş. Yeni Şafak bu ülkenin otuz yılına tanıklık etti. Daha nice yıllar edecek inşallah. İlk günden itibaren büyük bir mücadelenin içindeyiz. Bir davamız var ve daima olacak Cenab-ı Allah’ın izniyle. Dönenin kaşığı değil, kalemi kırılsın; klavyesine çay kahve dökülsün de yazamaz, çizemez olsun. Türkiye tarihinde önemli bir yerde konumlanan gazetemizin önceki patronları Ahmet Şişman ile Kış ailesine ve yıllardır her gün daha ileriye götüren Albayrak Grubu’na, bugüne kadar emek veren bütün mensuplarına, değerli yol arkadaşlarıma sevgi ve hürmetlerimi arz ederim.