AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
'Medya faşizmi'nin çağrıştırdıkları...

'Gazetesini kaybetmek' bir tarafa, patronların birer medya imparatoru olduğunu görenler/bilenler demek ki yanılıyorlar. Tekelleşmeden falan dem vurmak da yersiz. Çünkü: "Doğan Grubu'nun bütün Türkiye televizyonları içinde payı yüzde 10, bilemediniz yüzde 12'dir."

  • HAKAN TEMİZTÜRK / ARŞ. GÖR.
    "Bu ülkeyi artık bu medya faşizminin elinden kurtaralım. Hangi grup, hangi aile olursa olsun bu 'medya Ali kıran baş kesenlerine', bu televizyonlu tepegözlere, bu gazete haramilerine artık dur deme zamanı geldi. Bu devirde kimsenin padişah olmadığını, önce bu medya faşistlerine göstermemiz lazım."(1)

    Basının 'amiral gemisi'nin kaptanının bu güzel çağrısına katılmamak mümkün mü? Yıllardır yazılıp çizilenler bunun için değil miydi zaten? Demek ki, bir şeyler değişmeye başlamış; maksat Uzanları vurmak olsa da, "medya faşizmi" denilince hatırlanan birkaç kişiden biri, "tehdit edilen, korkutulan, sindirilen, terörize edilen" mağdurların/masumların yanında yer almaya karar vermiş...

    Mi acaba?

    Ertuğrul Özkök bunları, RTÜK tartışmaları esnasında yazmış mıydı? Ya da 11 Eylül'ün ardından tüm dünyaya yayılan "Amerikan tehdidi" önce masum ve çileli Afgan halkına, sonra da Iraklı kadın ve çocuklara ölüm kusarken?

    Peki "bütün dünyadan 18 bin yayın kuruluşu"nun üye olduğu 'Dünya Yayıncılar Birliği'nin (WAN) yönetim kurulunda bulunan Aydın Doğan'ın, Özkök'ün çağrılarına ve sonrasında sıraladığımız sorulara vereceği bir karşılık var mıdır?

    Yoksa Doğan, sadece, "küreselleşen dünyanın sorunlarından 'medya baronlarını' sorumlu tutanlar"ın aksine "küçük bir radyonun sahibi Beyaz Rusya Gazeteciler Derneği Başkanı Zana Litvina"ya "Altın Kalem Özgürlük Ödülü" veren(2) WAN üyesi midir? Yani hiç gazetelerine, televizyonlarına karışmaz, belirli konularda yayın organlarına talimat vermez mi? Meselâ Murdoch gibi...

    Özkök'ün verdiği bilgilerden öğreniyoruz ki, Murdoch, ABD ve İngiltere'deki bütün yayın organlarına Irak'ta Amerika'nın politikasını destekleme talimatı vermiştir ve yayın organları da bunu uygulamıştır.

    Peki Aydın Doğan ne yapmıştır?

    "Hürriyet, Irak Savaşı sırasında, çok açık bir tavırla tezkerenin geçmesini savunmuş"tur; "bunun aksini savunan yazarlar da" bulunmasına rağmen. Ama bu politikayı Aydın Doğan belirlememiştir. O, "tezkere konusu gündeme geldiği andan itibaren görüşlerini söylemiş, ama sahibi olduğu gazetelerin genel yayın yönetmenlerini toplayıp, "Şöyle bir politika izleyeceğiz, deme"miştir. Bunun içindir ki "Hürriyet tezkerenin geçmesini savunurken, Milliyet, Posta, Radikal ve Gözcü gazeteleri birbirinden farklı yaklaşımlar izle"miştir. Özkök öyle diyor!(3) Demekle kalmıyor, okurların da buna inanmasını istiyor/bekliyor. Yayın politikasını patronunun belirlemediğine inanalım hadi, ama "Milliyet, Posta, Radikal ve Gözcü gazeteleri"nin birbirinden farklı yaklaşımlar izlediğine kendimizi nasıl inandıralım? Bu gazetelerin (ve bu arada radyo ve televizyonlarının da) hem Afganistan savaşında, hem de Irak savaşında günler öncesinden "Savaşa Adım Adım" hazırlandıklarını, sayfalarını birer Pentagon bültenine dönüştürdüklerini unutamayız ki! Özkök'ün bütün bu 'medya yazıları'nın hangi amaca matuf olduğu az çok bilinmekteydi: "Maddi ve manevi bütün sorumlulukları" yüklenmiş bir patrona, "Sen parayı ver, gerisine karışma" denmesini adil ve gerçekçi bulmadığı için, yayınlara müdahalesini hoş görüyor; medyanın diğer sektörlere girmesini de "güçlü ve dolayısıyla özgür bir yayıncılık" için gerekli görüyordu. İyi ama, "ya patron gazeteleri kendi menfaati için kullanmaya kalkarsa?" Özkök'te bunun cevabı da hazır: "Hiç merak etmeyin. Onun cezası çok ağır. Üstelik ne mahkemeye ne polise ihtiyaç var. Çünkü bu hatayı yapan patron, bedelini gazetesini kaybederek öder."(4)

    "Gazetesini kaybetmek" bir tarafa, patronların birer medya imparatoru olduğunu görenler/bilenler demek ki yanılıyorlar. Böyle halim-selim bir patrondan korkmak, çekinmek, endişelenmek gereksiz. Tekelleşmeden falan dem vurmak da yersiz. Çünkü "Doğan Grubu'nun bütün Türkiye televizyonları içinde payı yüzde 10, bilemediniz yüzde 12'dir." Gazetelerin, dergilerin, diğer iletişim araçlarının payı ne kadardır, bunu atlıyor ama "gazetecilik" kariyerini ortaya koyarak, "Eğer tekel olursak bu işi bırakırım" demesine(5) rağmen Özkök, hâlâ daha, sadece Yönetim Kurulu Üyesi değil, Genel Yayın Yönetmeni de olduğuna göre demek ki böyle bir tehlike yoktur! 1995-2000 döneminde, çıkarları bakımından "sakıncalı" bulduğu gazete ve dergileri pekala dağıtmayabilen Doğan Grubu'nun, ihalelerdeki, RTÜK "savaş"ındaki gayretlerini, "gazeteleri kendi menfaatleri için kullanma"kla bir tutmayacağız demek ki!

    Bu durumda, yine Özkök'ten hareketle, 'RTÜK Kanunu'nda sahiplik maddesinin değişmesiyle birlikte artık maskeli sahipliğe gerek kalmadığı ve bunun üzerinden bir yıldan fazla zaman geçtiği halde 250 televizyondan gerçek sahibi ortaya çıkıp, maskesini çıkarıp mülkiyeti kendi üzerine geçiren tek kişinin Aydın Doğan olduğunu(6) öğrendikten sonra şunu soracağız: Medya patronlarının önündeki "sahiplik" engeliyle birlikte "kamu ihalelerine girme" engeli de kalktığına göre Aydın Doğan'ın ülkedeki her şeyi ele geçirmesinin ve sonunda Gümüşhane Stadı'nda yapılacak Doğan Grubu'nun bilmem kaçıncı kuruluş yıldönümü etkinliklerinde sahayı dolduran hemşehrilerinin "Aydın Doğan Başbakan, Gümüşhane Doğanspor Şampiyon" (Pardon, ikinci kısmı fazla oldu ama kafiyenin uymadığını kimse söyleyemez!) diye bağırmalarının önünde herhangi bir engel kalmış mıdır? Neyse ki tezahüratın önünde bir engel yok ama, 'Doğan'ların başbakanlığını engelleyecek sağlam bir güvence bulunmaktadır: Sandığa gittiği zaman medyanın bütün dolduruşlarını boşa çıkaran milletin sağduyusu...

    1-Ertuğrul Özkök, 'Medya faşizmini devirme zamanı', Hürriyet, 17 Haziran 2003.
    2-Ertuğrul Özkök, 'Medya baronları balosu', Hürriyet, 11 Haziran 2003.
    3-Ertuğrul Özkök, 'Mayınlı bir sahaya daha giriyorum', Hürriyet, 13 Haziran 2003.
    4-Ertuğrul Özkök, 'Mayınlı bir sahaya daha giriyorum", Hürriyet, 13 Haziran 2003.
    5-6-E.Özkök, 'Kesilen tartışmayı yeniden açıyorum", Hürriyet, 10 Haziran 2003.


    Göstergebilim ve medya haberleri

  • M. MÜCAHİT KÜÇÜKYILMAZ / ÖĞRENCİ
    Modern yaşam pratikleri içinde kaçınılmaz bir biçimde baş köşeye kurulan iletişim araçları, teknolojik ilerlemenin de destek vermesiyle, bugün, sadece birer eğlendirme, bilgi aktarma ya da ulus kimliği oluşturmada yoğun olarak kullanılan propaganda araçları değil; aynı zamanda birer üretim aracı haline dönüşmüştür. Medya, kendi ontolojik doğasını tartışmalı kılacak biçimde, artık haberleri kendisinden aldığımız aygıt olmanın ötesine geçerek haberin ve gerçekliğin "üretim" yeri fonksiyonunu da üstlenmiştir. Örneğin; gerçekliğe yüklenen değer, onun ne kadar "görünür" olduğu ile orantılı olarak vardır. Yani, "Görünmüyorsanız, yoksunuzdur" ve yaşam denilen şey kamusal alanda görünebildiğiniz (= varolduğunuz) ölçüde tatmin edici olmaktadır. Burada, Tanrı'ya ya da metafizik unsurlara inanmayanların kadim ve kendilerince en yalın ve sağlam olarak gördükleri; "Görmediğim şeye inanmam." veya "Varsa niye görünmüyor?" şeklindeki argümanlarıyla modern iletişim teknolojisinin imaj fetişizmi arasındaki uyum dikkat çekicidir. Artık, herhangi bir ayrım yapmaksızın iletişim sektöründe görev alan her türlü görüşten kişi için değişmez bir ölçü olarak kabul edilmektedir ki; görüntüsü olmayan hiçbir olay haber formatında sunulamaz ve medyada kendine yer bulamaz. Medya açısından zarf mazrufun, biçim içeriğin, kâr ahlâkın, dolayısıyla görüntü gerçekliğin önüne geçmiş durumdadır. Böyle olunca, medyayı anlamak için (Understanding Media, M. McLuhan) onun kullandığı dilin ve sembollerin iyi bilinmesi gerekmektedir. Bu bakımdan klasik dilbilim çalışmalarından öte göstergelerin dilini ayrıca çözümlemek gerekmektedir. Klasik dilbilim için dil, kültür, toplumsal yaşam, tarihi arka plan ve bunların etkisiyle oluşmuş dilbilgisi kurallarından ibaretken; R. Barthes'ın tanımıyla, "bir biçimler bilimi olan göstergebilim" anlamları içeriklerinden ayrı olarak inceler.

    Göstergebilim ile ilgili ilk çalışmalar Amerikan pragmatik filozof Charles S. Peirce ve İsviçreli dilbilimci, strüktüralist Ferdinand de Saussure tarafından 20. yy başlarında hemen hemen aynı dönemde, fakat birbirinden habersiz olarak gerçekleştirilmiştir. Saussure, semiologie kavramını kullanırken C. Peirce, semiotics kavramını tercih eder ki; her iki kullanım da Türkçe'ye Göstergebilim şeklinde çevrilebilir. Göstergebilim, lexicologie (Sözlükbilimi), ethimologie (Sözcükkökenbilimi), semantique (Anlambilimi) gibi disiplinlerle beraber linguistique (Dilbilim) içerisinde yer alır. Dilbilim ise klasik dil araştırmalarından farklı olarak dili dinamik (hareketli) bir bağlamda (contexte) inceler ve özellikle gramerin kuralcı, şabloncu ve de statik (durağan) bir yaklaşımla dili ele almasını eleştirir. Buna göre anlam üretimini sadece gramer kurallarının şekillendirdiği bir yapıya atfetmek mümkün değildir. Özellikle sözlü iletişimde semiolojinin başvurduğu gösteren-gösterilen-gösterge üçlüsü, anlamın ifade edilmesinde (expression) başvurulabilecek daha açıklayıcı kavramlardır. Göstergebilimin temel kavramları kısaca şöyledir:

    1.GÖSTEREN (Signifiant-signifier): Göstergenin maddi parçası olan gösteren, duyu organlarıyla algılanabilir bir fiziksel biçimdir. Bir düşünceyi ya da anlamı dile getirmede kullanılan sözcükler, daha açıkçası, sözcüğün duyulan sesi ya da yazılı hali; bir fotoğrafın görünümü ve anlamlandırma sürecinin somut nesnesidir.

    2.GÖSTERİLEN (Signifie-signified): Göstereni anlama ya da yorumlamada kullandığımız zihinsel kavramdır. Buna göre iletişim sürecinde taraflardan birinin aktarmak istediği ve kastettiği anlam veya düşünce ile karşı tarafın zihninde oluşan da gösterilen olmaktadır. Bu ikisi arasındaki ortaklığın ve yakınlığın derecesi iletişim faaliyetinin başarısını belirlemektedir. Gösterilen, gösterene göre daha soyuttur ve ikisi birlikte göstergeyi meydana getirirler.

    3.GÖSTERGE (Signe-sign): Anlamın temel birimi olarak gösterge, gösterilen-gösteren ikilisinden oluşur. Bu ikisi arasındaki ilişki nedensiz, saymacadır ve toplumsal uzlaşmaya dayanır. Saussure'ün bir kağıt parçasına benzettiği göstergenin bir yüzü gösteren, diğer yüzü de gösterilendir. Bu ikisini çözümsel olarak ayırt edebilsek bile fiilen ayırmak mümkün değildir. Göstergenin üç temel niteliği vardır: a) Fiziksel bir biçimi olması gerekir. b) Kendisi dışında bir şeye gönderme yapması gerekir. c) İnsanlar tarafından bir gösterge olarak kabul edilmesi ve iletişim sürecinde kullanılması gerekir. Bunlardan başka, Biçim-Gönderge-Anlam'dan oluşan SEMİOTİK ÜÇGEN ŞEMA, Göstergebilimin yararlandığı bir diğer kavramlar dizisidir.

    1.BİÇİM (Forme): Kelimenin yazılışı, fotoğrafın görünümü, kulağa ulaşan sestir. Biçim, gösterene tekabül eder. Ör: At sözcüğünün yazılı görüntüsü.

    2.ANLAM (Sens): Bu da gösterilene tekabül etmektedir. Anlam, psikolojik gerçekliktir. Ör: Atın anlamı; 4 bacaklı, kuyruklu, yeleli, kişneyen varlık.

    3.GÖNDERGE (Referent): Anlamı temsil eden ve onun gönderme yaptığı nesnenin zihin dışındaki varlığıdır. Göndergenin dış gerçeklik olduğu unutularak sık sık anlam ile karıştırıldığını görürüz. İletişim sürecinde ortaya çıkan anlamın ortak olması başarı ölçüsü iken, gönderge için böyle bir durum söz konusu değildir. O, gözümüzde canlanan fiziksel gerçekliktir.

    KAYNAK KİTAPLAR

    1. Ferdinand de Saussure, Genel Dilbilim Dersleri, Çev. Berke Vardar, TDK Yay., 1978.
    2. Roland Barthes, Fragmant díun Discours amoureux.
    3. Roland Barthes, Mythologies, New York, 1972.
    4. Charles Sanders Peirce, Collected Papers.
    5. Anlambilim, Pierre Guiraud, Kuzey Yay.
    6. Dilbilimin Temel Kavram ve İlkeleri, Berke Vardar, TDK Yay.
    7. Umberto Eco, La Production des signes.
    8. Erol Mutlu, İletişim Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yay., 1998.


    İslam tarihi mi müslümanların tarihi mi?

  • İBRAHİM HALİL ER / TARİHÇİ
    Yaygın olarak kullanılan İslam tarihi ismi, aslında bir dinin tarihi gibi algılanmasına rağmen, bu bir dinin tarihinden çok, o dine inananların tarihini ifade etmektedir. Bundan dolayı İslam tarihi kavramının kullanılması yanlıştır. Çünkü bu, Müslümanların tarihidir. Doğrusuyla-yanlışıyla, iyisiyle-kötüsüyle bütün Müslümanların... Nasıl ki Avrupa tarihini bir Hıristiyanlık tarihi olarak algılamıyor ve bu doğrultuda eserler yazılmıyorsa, bir Müslüman tarihinin İslam tarihi olarak yazılması da yanlıştır. Bunun sakıncaları şu şekilde sıralanabilir: Bu tarih içerisindeki bütün hatalar ve zalim hükümdarlar da İslama mal edilebilme yanlışına düşülebilir. Hatta kimi tarihçiler ve İslam düşmanları, tarihteki bu örnekleri sürekli ön plana çıkartarak buradan İslamı eleştirmektedirler.

    Halbuki bu olaylardan İslamın herhangi bir eleştiri almaması gerekmektedir. Çünkü bu doğrudan İslamın kendisi değil, onun muntesiplerinin yaşamları, kavgalarıdır. Hatta bu tarih içerisinde birçok İslam alimleri de baskıdan nasiplerini almışlardır. Bir İmam Malik, seksen yaşlarında olduğu halde Emevi halifelerinin yanlışlıklarını meşrulaştırmadığından, Medine sokaklarında kendisine dayak atılmış, bir İmam Ebu Hanife de bu baskıdan nasibini almıştır. Hatta Peygamber ailesi bile oluşan bu tehdit ve devlet teröründen nasiplerini almışlardır. Peki bütün bu hatalar nasıl olur da İslama mal edilebilir?

    İslam tarihindeki bir çok diktatör ve kralları, biz İslam tarihi içerisine alırsak bir ölçüde meşrulaştırmış olmuyor muyuz? Bundan dolayı ben İslam tarihi kavramı yerine Müslümanların Tarihi kavramının kullanılmasını tercih ediyorum. Hatta bunu tavsiye de ediyorum. Böylece bütün yanlışlıklar, İslama değil, onun inananlarına yani gerçek sahiplerine mal edilmiş olacaktır. Çünkü İslam tarihi denilince daha çok o dinin nasıl ortaya çıktığı, nasıl yayıldığı, fikirleri ve bu fikirler uğrunda yapılan mücadeleler anlaşılmaktadır. Bir Yahudi tarihi, Hristiyanlık tarihi veya Budizm tarihine bakıldığı zaman, bizdeki gibi o dine inananların binlerce yıllık devlet ve geleneklerini anlatmaz. O dine inanların kendi kültür ve gelenekleriyle o dinin kendisini birbirinden ayırarak, bu konuda doğabilecek sıkıntı ve eleştirilerden kendisini kurtarmış olur.

    İslam tarihçileri, İslam tarihi kavramı yerine Müslüman tarihi kavramını kullandıkları zaman, İslam adına kendilerine yöneltilen bazı eleştirilerden kurtuldukları gibi, bunu savunma zorunluluğundan da kendilerini muaf hisseder ve o yanlışlıkları sahiplerine iade ederler. Örneğin, bazı ilmi çalışmalar yapanların cezalandırılması veya İbn-i Sina, Farabi gibi alimlerin baskı altına alınmaları konusunda kendilerini daha rahat hissedebilirler. Müslüman tarihi, İslam dininin tarihi değildir. O tarihte kendilerine özgü zaafiyetler ve müslümanların hatalarıyla doludur. Dolayısıyla bu kavram daha yerli yerine oturmaktadır. Çünkü günümüzde bir çok İslam ülkesi denilen devletlerde İslam yasaklanmakta ve müslümanlar baskı altına alınmaktadır. Yarın tarihçiler, bu devletleri de İslam devleti kategorisine sokarak onların yanlışlıklarına da sahip çıkmaya çalışacaklardır. Sonuç olarak, tarihi daha sağlıklı değerlendirebilmek, İslam ile Müslümanları gerektiğini şekilde değerlendirmek, bizi daha sağlıklı bir sonuca götürecektir.




  • 12 Temmuz 2003
    Cumartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED