|

Osmanlılarda fıkıh ve siyaset

Yeni Şafak
04:00 - 14/07/2016 Perşembe
Güncelleme: 00:42 - 14/07/2016 Perşembe
Yeni Şafak
Gündem
Gündem
-Doç. Dr. Asım Cüneyd Köksal

İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi


Fıkıh ilmi içerisinde hukuk ile siyasetin kesiştiği saha “siyâset-i şer'iyye” şeklinde isimlendirilir. İbn Teymiyye'nin ilgili literatüre ismini veren eserinden sonra konuyla ilgili çeşitli eserler kaleme alınmış, bu eserler Osmanlı devri için de kaynak niteliği kazanmıştır. İslâm âlimleri şer'î hukuka uygun bir siyasî pratiğin teorisini yapmaya çalışırken, Müslüman yöneticiler de pratik zorunluluklar ile ilkesel sınırlar arasında ideal bir uzlaşmayı bulma yolunda âlimlerin ilgili eserlerinden yararlanmışlardır.



Fıkıh/şer'î hukuk ile siyaset ilişkisi sözkonusu olduğunda klasik İslâm âlimlerinin temelde iki farklı eğilime sahip oldukları görülür. “Pozitif şer'îlik” diyebileceğimiz ilk görüşe göre, siyasî herhangi bir uygulamanın meşru olabilmesi için, Kur'an ve Sünnet naslarında bu uygulamanın onaylandığına dair açık bir ifadenin bulunması gerekir. Bu yaklaşıma göre kaynaklarda yer almayan herhangi bir husus, herhangi bir siyasî teori ve pratik şer'î olmakla nitelenemez ve gayrimeşru kategorisine ait kabul edilir. “Negatif şer'îlik” denebilecek olan ikinci görüşe göre ise şer'îlik, yahut meşrûiyet, nasların açık beyanlarına aykırı olmamaktan ibarettir. Bu görüşlerin izlerini kaynaklarda sürmek istediğimizde, 513/1119 yılında vefat eden Hanbelî âlim Ebü'l-Vefâ İbn Akîl'in, Şâfiî mezhebine mensup bir çağdaşı ile yaptığı tartışma karşımıza çıkar. Şeriata uygunluğun anlamını soruşturan bu münazarada İbn Akîl devlet işlerinde (saltana) siyâset-i şer'iyye ile amel etmenin cevazını savunmakta, siyasetle amel etmenin insan ve toplumun doğasında var olan bir olgu olduğuna, hiçbir imamın siyasetsiz kalmadığına, siyasete başvurmayan bir devlet başkanının var olmadığına dikkat çekmektedir. Bu fikre muarız olan diğer âlim ise, siyasetin kendi başına bir değeri olmadığını ileri sürerek siyasetin şeriata uygun olmasının şart olduğunu, şeriata uygun olan dışında başka bir siyasete yer olmadığını savunur. İbn Akîl'den iki asır kadar sonra yaşayan başka bir Hanbelî âlim İbn Kayyim el-Cevziyye de, “Bazılarının hüküm elde etme yollarını şeriat ve siyaset olarak ikiye taksim etmesi, keza diğer bazılarının da dini şeriat ve hakikat olarak, başka bir grubun da akıl ve nakil olarak taksim etmeleri hep bâtıl ayırımlardır. Siyaset, hakikat, tarikat, akıl, bunların hepsi ikiye ayrılır: sahih ve fasid. Bunların sahih olanı şeriatın kısımlarından biridir, bâtıl ise bunun zıddı ve aksidir.” demek suretiyle, “negatif şer'îlik” anlayışını kuvvetli ifadelerle vurgulamıştır. Osmanlılar devrinde her iki görüşün de güçlü mümessillere sahip olduğunu, birinci görüşü Şehzade Korkud, Taşköprîzade, Kınalızade ve Birgivî gibi önemli isimler temsil etmiş olmakla birlikte, pratikte hâkim olan yaklaşımın ikinci görüş olduğunu söyleyebiliriz.



OSMANLI'DA HANEFİ MEZHEBİNİN ETKİSİ


Nasların açık ifadelerine aykırı olmamayı meşruiyet için yeterli sayma tutumu, devlet yönetiminin pratik gerekliliklerini gözetmek durumunda olan yöneticilerin itibar ettiği yaklaşım olmuştur. Yeni zuhur eden suç tiplerine yeni cezalar vaz edebilmek, devletin malî ve askerî menfaatlerini gözetmek amacıyla yeni vergiler ihdas etmek, suçlu olduğuna dair çok güçlü karineler mevcut olmakla birlikte cezalandırılması için şer'î hukukun öngördüğü ispat unsurlarında eksiklik bulunan sanıkların farklı şekillerde cezalandırılması gibi hususlarda yöneticiler daha rahat hareket edebilmek ve siyasetin alanını genişletebilmek için ikinci görüşü benimseyen âlimleri takip etmişlerdir.



Hanefi mezhebinin kurucu ismi Ebu Hanife kadılık görevini kabul etmeyerek devlet mekanizması içerisinde görev almaktan kaçınmışsa da, önde gelen iki talebesi Ebu Yusuf ile Muhammed Şeybânî Abbasiler döneminde başkadılık yapmıştır. Kimi ilim adamlarınca bu olgunun, Hanefî doktrininin siyasî pratikle uyumunu sağlayan önemli etkenlerden biri olduğu ileri sürülür. 16. yüzyıldan itibaren Hanefî mezhebini resmî mezhep olarak kabul eden Osmanlılarda siyaset ile şer'î hukuk arasında tesis edilen uzlaşmada bu mezhebin yöneticiye tanıdığı imkânların etkisinden söz edilebilir. Nitekim 14. yüzyıl âlimlerinden Necmüddin Tarsusî, Memlüklü yöneticilerine hitaben kaleme aldığı Tuhfetü't-Türk isimli eserinde Türklerin devlet yönetimine ehil ve idarelerinin meşru olduğunu, hilafet için Kureyşîliğin şart olmadığını, devlet idaresinde Hanefî mezhebinin Şâfiî mezhebine göre daha uygun olduğunu ileri sürer. Diğer taraftan Osmanlı “siyâset-i şer'iyye” anlayışı yalnızca Hanefî ilkeleri üzerine bina edilmiş değildir. Osmanlı devrinde siyâset-i şer'iyye denildiğinde, akla bugünkü terimlerimizle ceza muhakemesi usulü denebilecek bir alan gelmektedir. Osmanlı öncesi âlimlerce geliştirilen siyâset-i şer'iyye teorisi; hukuk tarafından çeşitli sebeplerle ispatlanamayan suçların cezasız bırakılmaması, daha önce suç işleyen sabıkalı kişilerle sabıkasızların birbirinden tefrik edilmesi, şer'î hukuk tarafından belirlenmiş bir cezanın çeşitli sebeplerle ağırlaştırılması gibi unsurlar içerir. Bunların yanısıra, Hanefî mezhebinin klasik doktrinini tesis eden âlimlerin tazir cezası ile yöneticinin siyasî takdiri arasında kurdukları özdeşlik ilişkisini Osmanlı fakihleri üstlenerek devam ettirmişlerdir. Osmanlı şer'î siyaset tasavvurunun, Hanefî tazir/siyasî ceza doktriniyle Mâverdî, Karâfî ve İbn Kayyim el-Cevziyye gibi (sırasıyla Şâfiî, Mâlikî ve Hanbelî mezhebine mensup) farklı mezhepten âlimlerin şeriat içerisinde siyasete yer açan, yöneticiye açık ilkelere aykırı olmamak şartıyla geniş takdir yetkisi bahşeden anlayışlarının bir sentezi olduğunu söylemek mümkündür.



JOHN LOCKE'TAN YEDİ ASIR ÖNCE


Devlet yönetiminde toplumun nizam ve bütünlüğünü muhafaza etmek için siyasete önemli yetkiler tanıyan Hanefî fıkıh âlimleri, diğer taraftan fertlerin sahip olduğu can ve mal dokunulmazlığına da özel bir vurgu yaparlar. Mesela Debûsî (ö. 430/1039), John Locke'dan yaklaşık yedi asır önce, insanın ismet (can ve mal dokunulmazlığı), hürriyet ve malikiyet (mülk edinme hakkı) sahibi olduğunu, bu hakların yaratılışla birlikte sabit olup devredilemez nitelikte bulunduğunu yazmıştır. Debûsî'nin söylediklerinin kişisel bir düşünceden ibaret olmadığını, başta Serahsî ve Pezdevî olmak üzere Hanefî fıkıh usulünü inşa eden bütün şahsiyetler, ayrıca Hanefîlerin yanısıra diğer mezheplere mensup birçok âlim bu düşünceyi kabul edip geliştirmişlerdir. Osmanlı Devleti'nde -bilhassa 19. yüzyıl öncesi klasik dönemi dikkate alarak konuşmak gerekirse- İslam hukukunun bu yaygın kabul gören ilkesine riayet edilmiş, “reâyâ” denilen halkın can ve mal güvenliğine özen gösterilmiştir. Ulemâ dışındaki askerî sınıf, yani vergi vermeyen yönetici kesim hakkında ise biraz daha farklı bir hukukî pratiğin geliştirilmiş olduğu görülür. Kul sistemi içerisinde yetişip devlet adamı olan ve sahip oldukları bütün servet ve mevkiyi padişaha borçlu olan kimselerin can ve mal güvenlikleri konusunda reâyâ'dan farklı bir uygulamanın yerleştiği bilinen bir husustur.



DEDE CÖNGİ'NİN TESİRİ


Uygulamada (kanunnamelerde ve tatbikatta) tezahür ettiği şekliyle Osmanlı siyâset-i şer'iyye anlayışını temsil eden en önemli eser, Dede Cöngî'nin (ö. 975/1567) es-Siyasetü'ş-Şer'iyye isimli eseridir. Önemli meziyetlere sahip olan bu önemli kitapta yöneticiye mümkün en geniş yetkiyi sağlayabilmek amacına matuf olarak bugünkü hukukî anlayışımıza uymayan, suçun ve cezanın kanunîliği prensibini ihlâl eden kimi hükümler de yer almaktadır. Bu tarz hükümlerin benimsenmiş olmasının sebepleri arasında şunlar sayılabilir: Bilhassa 16. yüzyıldan itibaren dinin bekası ile devletin bekası arasında birbirinden ayrıştırılması mümkün olmayan türden bir irtibat kurulması, anarşinin herhangi bir düzenden daha kötü olduğu şeklindeki klasik siyasî düşünce, tarihî tecrübeden hareketle devlet otoritesinin zaafa uğramasının temel insan hürriyetlerini de anlamsız kılacağı anlayışı...



Bir yandan Dede Cöngî gibi âlimlerin siyasete şer'î hukuk içerisinde daha geniş bir saha açma çabaları, diğer yandan Şehzade Korkud, Taşköprîzade ve Birgivî gibi âlimlerin bu tarz çabalara yönelik eleştirileri, Osmanlılarda fıkıh-siyaset ilişkisine dair tartışmaları canlı tutmuş ve bize üzerinde araştırmalar yapmaya değer bir ilmî miras bırakmıştır.



* Geniş bilgi için bkz: Asım Cüneyd Köksal, Fıkıh ve Siyaset: Osmanlılarda Siyâset-i Şer'iyye



#Osmanlı
#Fıkıh
8 yıl önce