|

Akif’in medeniyet tasavvuru

Akif’in eleştirdiği “medeniyet” gerçekte İslâm’ın tarif ettiği dürüst ve ahlâki düzenin dışına çıkılan yaşam biçimine yönelikti. Batı’nın sahip olduğu medeniyeti hiçbir şekilde inkâr etmemiş, aksine bu uygarlığın ulaştığı düzeye İslâm toplumlarının da ulaşması arzusunu dile getirmişti. Batı’nın tekniğini, ilerlemelerine zemin hazırlayan bilim ve anlayışından istifade etmeyi sakıncalı bulmamış ancak fikir ve ahlâk yönünden Batı medeniyetinin önemli ölçüde eleştirilecek yönleri olduğunu aktarmıştı.

00:00 - 27/12/2021 Pazartesi
Güncelleme: 05:41 - 27/12/2021 Pazartesi
Yeni Şafak
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
İLLUSTRASYON: CEMİLE AĞAÇ YILDIRIM
Selma Ersoy Argon - Mehmet Akif Ersoy’un Torunu

Mehmet Akif, bir vatan şairi, döneminin tanımıyla da bir İslam şairidir. Bu yanıyla Anadolu’da başlatılan kurtuluş savaşına büyük destek vermiştir. Yaşamı boyunca asrî olmamakla, çağının gerçeğini kavrayamamakla itham edilmişti. Bunu büyük bir tevekkül ve sabırla karşılamıştır. Hakkındaki kanaati değiştirmek için düşünce ve yaşam biçiminde hiçbir değişiklik yapmayı düşünmediği gibi, bu düşünce biçiminin en özgün eserlerini, fikir ve anlayışını derinleştirmiş ve etkinliğini artırmıştır.


Akif’in eleştirdiği “medeniyet”, gerçekte, İslâm’ın tarif ettiği dürüst ve ahlâki düzenin dışına çıkılan yaşam biçimine yönelikti. Akif, Batı’nın sahip olduğu medeniyeti hiçbir şekilde inkâr etmemiş, aksine bu uygarlığın ulaştığı düzeye İslâm toplumlarının da ulaşması arzusunu dile getirmişti. Onların tekniğini, ilerlemelerine zemin hazırlayan bilim ve anlayışından istifade etmeyi sakıncalı bulmamıştır. Nitekim, Berlin’de bulunduğu dönemde, Almanya’yı yakından tanımak istemiş, her fırsatta Batı’nın ulaştığı bilim ve teknik düzeyinin üstünlüğüne hayranlığını belirtmiş, ancak fikir ve ahlâk yönünden Batı medeniyetinin önemli ölçüde eleştirilecek yönleri olduğunu aktarmıştı.

AHLAKLI BİR ŞAHSİYET

Akif ahlaklı, faziletli, dürüst insan idealine inanan bir şairdi. Bu ahlak ve medeniyet örgüsünden hiç sapmadı. Bu nedenle ahlak ve faziletin gereklerinin yerine getirilmesi hususunda başta kendisi böyle bir hayat tarzında yaşadı. Sözüne güvenilir, yazdığına itibar edilirdi. Konuştuğunda doğruyu konuşurdu. Dürüstlüğü ve ahlaklı yaşamayı temel prensip edinmişti. Haksızlığa tahammül ettiği, hele yaltaklanarak menfaat peşinde koştuğu görülmemişti. Veteriner İşleri Müdür Yardımcısı görevini üstlendiği yıllarda müdürünün bir haksız karar ile azledilmesi üzerine görevinden istifa etti. Kendisine bu hareketinin sebebi sorulduğunda, başkasına yapılan haksızlığa tahammül etmesinin mümkün olmadığını “Arkadaşıma yapılan haksızlık bana yapılmış demektir” diyerek ifade etmiştir. 20 yıllık memuriyetine bu şiar ile tereddütsüzce veda etmişti.

Üç buçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam.
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam…
BEŞ PARASI YOKTU
AMA BEŞ ÇOCUĞU VARDI

Hiç kimse Akif’in verdiği sözden döndüğünü, hangi şartlarda olursa olsun sözünden bir sapma gösterdiğini görmemişti. Balkan Harbi’nin yaşandığı ve yeni bir iş bulmanın zor olduğu o günlerde görevinden istifa eden Akif’i, yakın arkadaşı şair Mithat Cemal ziyaret etmiştir. Sonrasında bu ziyarette yaşanan bir diyaloğu şöyle ifade etmiştir:

“Balkan Harbi başlarken, Akif Bey, yegane geçim yolu olan resmi memuriyetinden istifa etti. Kirada oturduğu evine, bir cuma günü gittim. Beş çocuğundan başka, dört çocuk daha vardı.

- Bunlar kim? dedim.

- Çocuklarım! dedi.

Sonra anlattı Akif, Baytar Mektebi’nde iken bir arkadaşıyla anlaşmışlar; ‘Kim önce ölürse, çocuklarına sağ kalan baksın!’ demişler. Arkadaşı vefat etmiş Mehmet Akif de verdiği söze bağlı kalarak anlaşma hükmünü yerine getirmiş.”

Mithat Cemal devam ediyor:

- Halbuki o zamanlar, Akif Bey’in beş parası yoktu; fakat beş çocuğu vardı!

Yine çok yakın dostlarından Fatih Gökmen anlatıyor:

“Akif, verdiği söze bağlı olmayanlara insan gözüyle bakmazdı. Ben Vaniköy’de oturuyordum. Kendisi de Beylerbeyi’nde. Bir gün, öğlen yemeğini bende yemeyi, sonra da oturup sohbet etmeyi kararlaştırdık. O gün, öyle yağmurlu, boralı bir hava oldu ki her taraf sele boğuldu. Havanın bu haliyle karadan gelemeyeceğini tabii gördüm. Yakın komşulardan birine gittim. Yağmur, bütün şiddetiyle devam ediyordu. Eve döndüğümde ne işiteyim, bu arada, Mehmet Akif Bey sırılsıklam bir vaziyette gelmiş. Beni bulamayınca, evdekilerin bütün ısrarlarına rağmen içeri girmemiş. ‘Selam söyleyin’ demiş ve o yağmurlu havada dönmüş gitmiş! Ertesi gün, kendisinden özür dilemek istedim. ‘Bir söz, ya ölüm veya ona yakın bir felaketle yerine getirilmezse mazur görülebilir’ dedi ve benimle altı ay dargın kaldı.”

EN BÜYÜK FELAKET: CEHALET

Mehmet Akif, çağın geliştiği bilim ve teknik seviyesinin aynen aktarılmasını ve ülkenin bu yüksek bilim ve teknik düzeyi içinde gelişmesini her vesile ile belirtiyordu. Bilim ve tekniğin kaynağının Batı olduğunu görmüştü.

Özellikle Berlin seyahati sırasındaki gözlemleri sonucu, Osmanlı toplumunun bilim ve teknik yönünden ne denli geri kaldığını fark etmişti. İkinci Meşrutiyet’le birlikte hürriyetin ilanını her şeyin çaresi gibi gören geniş bir kitle vardı. Bu kitlenin umursamaz tavırlar içinde Batı’nın teknik ve bilim düzeyine bigâne kalışını da hayretle seyretmekteydi. Halkı bu konuda tembel, cahil ve ilgisiz buluyordu. Bu kitlenin mutlak surette bu konularda duyarlı davranması gerektiği fikrindeydi.

Safahat’ın birinci kitabında “Köse İmam” isimli şiirinde bu gözlemlerini dile getiriyordu:

Bu cehalet yürümez, asra bakın: asr-ı ulûm
Başlasın terbiyeniz, ailelerden oğlum.

Yine “Fatih Kürsüsü’nde” isimli bölümde cehaletin ülkeyi nasıl felaketlere sürüklediğini dile getirir:

Felâketin başı, hiç şüphe yok, cehâletimiz;
Bu derde çâre bulunmaz - ne olsa - mektebsiz.
MİLLİ MÜCADELE YILLARI

1920 yılının başında Mehmet Akif Ankara’ya yapacağı seyahatini sadece damadı Ömer Rıza Doğrul ve yakın arkadaşı Eşref Edib Beyler’e haber verir. Kendileriyle bir sır tevdi eder gibi konuşur:

“Artık burada duracak zaman değildir. Gidip çalışmak gerekir. Halkın bizim tarafımızdan aydınlatılmasına ihtiyaç varmış. Çağırıyorlar... Ben yarın Ankara’ya hareket ediyorum. Hiç kimsenin haberi olmasın...”

Ankara yolculuğuna oğlu Emin Bey ile çıkar. Emin Bey’in hatıralarında belirttiği gibi trenden iner inmez doğru Meclis’in önüne gelirler. Bu sıra bir ziyarete gitmekte olan Mustafa Kemal Paşa ile karşılaşırlar. Mustafa Kemal Paşa, Mehmet Akif’i görünce yaklaşır:

“Sizi bekliyordum efendim; tam zamanında geldiniz. Şimdi görüşmek mümkün olmayacak; ben size ziyarete gelirim.”

Mehmet Akif Ankara’ya gelince Hacı Bayram Camii’nde vaaza başlar. Milli Mücadele’ye katkısı olabilecek şekilde bazı şehirleri dolaşır ve buralarda vaazlar verir. Kuvâ-yı Milliye’nin bir İttihatçı hareketi olmadığını anlatır. Eğer vatanı kaybedersek gidecek yerimiz kalmayacağını söyler. Milli Mücadele’nin dine ve Halife’ye ihanet için yapılmadığını anlatır. Aksine Milli Mücadele’nin bir cihad olduğunu ve bu savaşa katılmanın dinen farz kılındığına dikkat çeker.

O günlerde sözüne güvenilir en önemli İslâm büyüğü olarak Mehmet Akif’in konuşmaları etkili olur. Burdur’dan milletvekili seçildiğini belirten mazbatasını alır. Meclis Burdur olarak mazbatayı kabul eder. Birkaç gün sonra Biga’dan mebus seçildiği haberi gelir. Meclis Biga mebusluğu mazbatasını da kabul eder. Ancak Akif, Biga mebusluğundan istifa ederek Meclis’e Burdur mebusu olarak girer.

#İslâm
#Mehmet Akif Ersoy
#Batı
2 yıl önce