|

Zamanı aşan hayır kurumu: Vakıflarımız

Vakfın ilk izlerini Peygamber Efendimiz döneminde görmekteyiz. Onun Medine’deki bazı arazileri, Fedek ve Hayber hisselerinin bir bölümünü Müslümanların yararına sadaka haline getirdiği bilinen bir husustur. Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin mallarını vakfettikleri, hadis kitaplarında ayrıntılı olarak anlatılmaktadır.

00:00 - 9/06/2022 Perşembe
Güncelleme: 17:19 - 8/06/2022 Çarşamba
Yeni Şafak
Arşiv
Arşiv
Prof. Dr. Mustafa Özel
FSMVÜ İslami İlimler Fakültesi Öğretim Üyesi

Toplumda insanların kabiliyetleri, becerileri, imkânları farklılık arz eder. Farklılık gösteren başka bir şey de onların ekonomik, sosyal ve kültürel seviye ile durumlarıdır. Bu farklar insanlar arasında, toplum içinde ancak paylaşma, dayanışma ve yardımlaşma ile en aza indirilebilir. İslam dini emir ve yasaklarıyla, toplumsal kümeler, sosyal gruplar ve sınıflar arasındaki farkı ve açığı kapatmaya çalışmıştır.

İslam’daki ibadetlerin bir türü de, malî olanlardır. Başta ekonomik durumu iyi olanlar olmak üzere bütün inananların zamana bağlı olarak veya zamana bağlı olmaksızın yaptıkları ibadetler, yerine getirdikleri yükümlülükler bu ibadetlerdendir. Zekât ve fıtır sadakası, zamanla kayıtlıdır ve ölçüsü vardır. Genel anlamda sadaka ve infak, zamanı aşan ibadetlerdir. Her zaman verilebilir. Dinimiz davranış ve amellerde sürekliliğe teşvik etmiş, müntesiplerini de buna yönlendirmiştir.

Hz. Âişe vâlidemizden rivayet edildiğine göre, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.), “Allah katında amellerin en sevimlisi hangisidir?” diye sorulduğunda, “Az da olsa devamlı olanıdır.” buyurmuştur (Müslim, Müsâfirîn, 216). Allah Rasulü’nün başka bir sözü de şudur: “İnsan ölünce şu üçü dışında amelleri(nin sevabı) kesilir: Sadaka-i câriye (faydası devam eden hayır-iyilik), faydalanılan ilim, kişinin arkasından dua eden hayırlı evlât.” (Müslim, Vasiyye, 14).

SEVDİĞİNDEN İNFAK ETMEDİKÇE İYİLİĞE EREMEZSİN

Bir Müslüman, ekonomik bir yardımda bulunurken göz önünde bulundurması gereken iki ayet-i kerime vardır. Bunların ilki, “Sevdiğiniz şeylerden (Allah için) infak etmedikçe (hayır olarak vermedikçe), asla iyiliğe eremezsiniz. Ne harcarsanız Allah onu bilir.” mealindeki Âl-i İmrân suresinin 92. ayetidir. Diğeri ise Bakara suresi 267. ayet-i kerimedir. Burada Müslümanlara kendilerine verildiğinde sevinerek, hoşnut olarak alacakları şeyleri infak etmeleri emredilmektedir.

Zikrettiğimiz ayet-i kerime ve hadis-i şerifler, vakıf kurumunun ortaya çıkmasını sağlamışlardır. Bu kurumun oluşumunu, yaygınlaşmasını, çeşitlenmesini ve genişlemesini sağlayan nasların, bunlardan ibaret olmadığını belirtmeye gerek yoktur sanırım. Vakfın ilk izlerini Peygamber Efendimiz döneminde görmekteyiz. Onun Medine’deki bazı arazileri, Fedek ve Hayber hisselerinin bir bölümünü Müslümanların yararına sadaka haline getirdiği bilinen bir husustur. Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin mallarını vakfettikleri, hadis kitaplarında ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Peygamber’i kendilerine her alanda örnek kabul eden ashab-ı kiram hakkında Câbir b. Abdullah’ın söylediği şu söz, konunun onlar tarafından ne kadar önemsendiğinin göstergesidir: “Ben muhacir ve ensardan mal sahibi olup da vakıf yapmamış bir kimse bilmiyorum.”

Vakıf genel olarak şöyle tanımlanabilir: “İnsanın malının veya mülkünün bir bölümünü veya tümünü belli bir gayeyle özgür iradesiyle kendi mülkiyetinden çıkarıp alınıp satılmaktan alıkoyması ve bunun gelirini tayin edilen şartlar dâhilinde söz konusu gaye için harcanmak üzere ebedi olarak tahsis etmesidir.” Malını, mülkünü vakfedene vâkıf, vakfedilen mala, mülke mevkûf, malın, mülkün kendisine vakfedildiği kişiye, gayeye de mevkûfun aleyh denir. Bu kurumların nasıl işleyeceği konusunda vâkıf tarafından vakfiyye düzenlenmiştir. Vakfı idare edenler, vakfiyyede belirtilen esas ve şartların dışına çıkamazlar. Eğer çıkarlarsa belki bunun cezasını dünyada görmezler ama ahiretteki cezası oldukça ağırdır. Bu ihtimali dikkate alan vâkıflar, vakfiyyelerine beddua koymuşlardır. Bunlar “vakıf bedduası” olarak bilinir. Mesela Fatih’in bedduası şöyledir: “…Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse; Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir. (Fatih Sultan Mehmed Han / 1 Haziran 1453)”. Vakfı amacına ve şartlarına uygun olarak yönetenler için de vâkıfların yaptıkları dualar vardır.

TARİHİ, İNSANİ VE DİNİ VAZİFEMİZ

Tarihe, vakfiyelere bakıldığında hayatın her alanıyla ilgili vakıf kurulduğu görülecektir. Camilerden tekkelere, medreselerden türbelere, hamamlardan çeşmelere, kuşlardan yolculara kadar aklımıza gelebilecek her alanda vakıf kurulmuştur. Devletin yerine birçok çalışmayı yürüten vakıfların bazı hizmet alanlarını şöyle sayabiliriz: Eğitim ve öğretim, kültür, din, sağlık, güvenlik, ulaşım, temizlik, ekonomi şehircilik. Toplum hayatında mühim yer tutan cami, mescid, tekke, medrese, kütüphane, bimaristan, darüşşifa, imarethane, kervansaray, çeşme, sebil, şadırvan gibi birçok yapı hep vakıflarla ayakta durmuş, onlarla bize, günümüze ulaşmıştır.

Maalesef son yüzyılda vakıf eserleri hem amaçları dışında kullanılmış hem satılmış hem de yıkılmıştır. Toplumsal dayanışma ve yardımlaşmanın, diğerkâmlığın, insanı düşünmenin, ona değer ve kıymet vermenin çok somut bir göstergesi olan ecdad yadigârı bu müesseseler art niyetli, açgözlü, menfaatperest, tarih ve millet düşmanı kişiler tarafından aslî fonksiyonlarının dışında kullanılmıştır. Bu güzel geleneğin, bu merhamet ve şefkat kurumlarının inşası, ihyası ve muhafazası, hem tarihî hem insanî hem dinî bir sorumluluktur.

#vakıf
#İslam
#Hz. Âişe
#Sadaka
#infak
#Hz. Ömer
#Hz. Osman
#Hz. Ali
2 yıl önce