|

'Kılıçdaroğlu yürüyüşe başladığı an'

Yeni Şafak yazarlarının Türkiye ve dünyadaki gündeme dair analizlerini sizler için özetledik. İsmail Kılıçarslan köşesinde Kılıçdaroğlu'nun yürüyüşünü analiz etti. Ayşe Böhürler, Taha Kılınç, Ali Saydam ve Leyla İpekçi de gündeme ilişkin değerlendirmelerde bulundu.

Yeni Şafak
10:20 - 17/06/2017 Cumartesi
Güncelleme: 10:37 - 17/06/2017 Cumartesi
Yeni Şafak
Ayşe Böhürler, ​İsmail Kılıçarslan, Taha Kılınç, Leyla İpekçi, Ali Saydam.
Ayşe Böhürler, ​İsmail Kılıçarslan, Taha Kılınç, Leyla İpekçi, Ali Saydam.

İsmail Kılıçarslan, Ayşe Böhürler, Taha Kılınç, Ali Saydam ve Leyla İpekçi'nin yazılarının en dikkati çeken bölümleri:

Bastille Baskını'nı hatırlatmaya bayılırlar

1789 yılının 14 Temmuz gününde yüzyılın başından beri gittikçe güçlenen Fransız burjuvazisi, haklı olarak ‘özgürlük ve adalet isteriz’ diyen orta sınıfı da yanlarına alıp Bastille Hapishanesi’ni basmış, mahkûmları serbest bırakmıştı. Zaten Fransız Devrimi denilen ve etkisi hızla bütün dünyayı saracak heyulanın nirengi noktası da bu baskın olmuştu.

Bizim yarı aydınlarımız arada bir Bastille Baskını’nı hatırlamaya ve hatırlatmaya bayılırlar.Peki Kral Louis ve eşi Marie Antoinette’in idamıyla da sonuçlanan Fransız Devrimi sürecine niçin atıf yapar bizim solcu yarı aydınlarımız? Monarşiyi yıkmak, baskı rejimini dağıtmak için falan zannediyorsanız yanılırsınız. Kerameti kendinden menkul solcu aydınımız Bastille çağrısını demokrasi ile işbaşına gelmiş hükümetlerin işbaşından gitmeleri için yapar. Yani, Bastille’i basan orta sınıfın seçtiği iktidarı alaşağı etmek için.

O Fetöcülüğün eylemsel ve örgütsel kısmı

"Fetö’nün Radikalleşme Süreci ve Bireyin Ezoterik Yolculuğu” ile “Ezoterik Radikal Bir Hareket Olarak Fetö”… Bu iki makale politik bir olgu ve eylem olmanın ötesinde uzun süredir tartıştığımız Fetöcü olma süreçlerine ilişkin akademik bir çerçeveyle konuyu ortaya koyuyor. Bu makalelerin yazarı Prof. Dr. Hilmi Demir radikal dini hareketler konusunda uzmanlaşmış az sayıda hatta ve hatta nadir bulunan akademisyenlerin başında geliyor. Bu alanda uzmanlaşmış kişilerin azlığının toplumdaki potansiyel tehlikeleri fark etmek ve fark ettirmek noktasında önemli olduğunu düşünüyorum.

Çünkü dini, kılıf olarak kullanan hareketlerin oluşturduğu kutsallık haresi bu hareketlerin arka yüzlerinin görülmesine mani oluyor. Diğer taraftan radikalleşme konusunu hep batılıların İslami hareketleri boğmak için bir tuzak kavram olarak kullandığına inandığımız için -ki bunun gerçeklik payı da var elbette- bu konularda çalışmaya pek de heves eden çıkmıyor. Ancak bugün gelinen noktada yaşadıklarımız, bu alanda yetişmiş insan eksiğimizi ortaya koyduğu gibi bu alanda daha çok yetişmiş insana ihtiyacımız olduğunu da gösteriyor.

Mazisi oldukça eski

Mısır, 2013’te ülkenin demokratik şekilde seçilen ilk cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’nin askeri darbeyle devrilmesinden bu yana en gergin günlerini yaşıyor. Gerilimin sebebi, Sina Yarımadası’nın doğusunda yer alan Tiran ve Sanafir adlı iki adanın, Suudi Arabistan’a devredilmesi. Abdulfettah Sisi yönetimi bunun bir “emaneti geri verme” olduğunu savunsa da, ülke çapındaki milyonlarca kızgın protestocu, Mısır topraklarının ‘satıldığı’ kanaatinde. Parlamentodan sokaklara, her yerde öfkeli gösterileri ve ateşli sloganlar atan insanları görmek mümkün. Hepsinin de ağzında aynı cümle: “Tiran ve Sanafir, Mısır’a aittir!”

Mısır’la Suudi Arabistan arasındaki ada tartışmasının mazisi oldukça eski. Kızıldeniz’in kuzey ucundaki iki körfezden Akabe’nin denize açıldığı noktada yer alan Tiran ve Sanafir, 1950’ye kadar Suudi Arabistan’ın kontrolü altındaydı. İsrail’in kurulmasıyla birlikte bölgedeki Arap topraklarına saldırılar başlayınca, dönemin Suudi Arabistan Kralı Abdulaziz, Tiran ve Sanafir’i Mısır’ın himayesine bıraktı. Kral Abdulaziz’le Mısır Kralı Faruk arasında varılan mutabakata göre, adalar Mısır donanması tarafından İsrail’in tehditlerine karşı korunacaktı.

CHP’nin suçlaması

Rahmetli Demirel’in tarihe mal olmuş bu sözünü sık sık hatırlar olduk bugünlerde. Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü konusunda hükümetin takındığı tavır son derece doğrudur. Güvenlik önlemi alıp, herhangi bir müdahalede bulunmamak… Bir de keşke Cumhurbaşkanını örnek alıp sadece Anayasa’nın 138’inci maddesine gönderme yapıp hiç konuşmasalar.

Perşembe günkü yazımızda tam da bu hususa dikkat çekmeye çalışmıştık. Bakın Adalet Bakanı Bekir Bozdağ ne demiş:“Hak ve adalet, Ankara-İstanbul E-5 karayolunda veya sokaklarda ya da meydanların ateşli nutuklarında değil, hukukun kendi doğal mecrasındaki işleyişinde, bağımsız ve tarafsız mahkemelerde aranır…” Bozdağ, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun, Enis Berberoğlu hakkında verilen mahkumiyet kararının ardından yaptığı; “yargıya ve yargı mensuplarına yönelik eleştiri sınırlarını aşan, tahkir, tezyif ve tahrik içeren açıklamalarının endişe verici olduğu”nu belirtmiş.

Hikmeti gönülde doğar durur

Adalet şeylerin yerli yerinde olması demek. Marifet gerektiren bir bakışla hakikati gören için her şey her an yerli yerincedir ve bizim haksızlık (gayrı Hak) olarak gördüğümüz her şeyde kesintisiz olarak Hak tecelli etmektedir. Hikmeti gönülde doğar durur.

Lakin nefsin daha kısıtlı görüş alanından bakabilen bizler için henüz bu tarz bir kamil bakış söz konusu olmadığından adalet dendiğinde onu dağıtmakla yükümlü kurum / kişi / topluluk gibi mercilerin tavrını esas alıyoruz. Ve bunun kurala / vicdana uyup uymamaklığı üzerinden bir kıstas oluşturabiliyoruz ancak.Kainatta her şeyin her şeyle olan bağını kuramadığımız gibi, bu bağın asıl olarak her canlının birbiriyle olan alışverişiyle /vereceği ve alacağıyla kurulduğunu tahayyül etmiyoruz çoğunlukla. Dışımızda olan içimizdekinin yansımasıysa, adalet önce insanın nefsinde sağlanmalı. Kibrin tevazu ile dengelenmesi gibi. Bu durumda kişiyi adalet duygusuna sevk edecek olan tevhid. Tevhidi gerçekleştirmiş vücuddaki dengeye adalet deriz. Azalarımız Hakkın gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili olduğunda...

#​İsmail Kılıçarslan
#Ayşe Böhürler
#Taha Kılınç
#Ali Saydam
#Leyla İpekçi
7 yıl önce