|

19. “Mucize”

Andolsun, Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik de, “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için O’ndan başka hiçbir ilah yoktur. Şüphesiz ben sizin adınıza büyük bir günün azabından korkuyorum” dedi. Kavminin ileri gelenleri, “Biz seni açıkça bir sapıklık içinde görüyoruz” dediler. (Nûh onlara) şöyle dedi: “Ey kavmim! Bende herhangi bir sapıklık yok. Aksine ben, Âlemlerin Rabbi tarafından gönderilmiş bir peygamberim. Ben size Rabbim’in vahyettiklerini tebliğ ediyorum ve size nasihat ediyorum. Sizin bilmediğiniz şeyleri de Allah tarafından gelen vahiy ile biliyorum.” (El-A’raf, 60-62)

Haber Merkezi
00:35 - 9/07/2020 jeudi
Güncelleme: 00:36 - 9/07/2020 jeudi
Yeni Şafak
Hayat
Hayat
Prof. Dr. İsmail Bardhi - İslam Medeniyet Vakfı (FOCIC)

Kurgu zamanında yaşamak korkunç bir şey... Kurgudan ancak Allah’ın kelâmıyla korunabiliriz. Lâkin bu dönemde de maalesef Ehl-i Kitab’ın ihaneti gözlemlenmektedir. Ehl-i Kitap boyun eğmeye, kandırılmaya, satılmaya, satın alınmaya müsaade etti ve etmeye devam ediyor; oluşturulan bir kurguya istinaden inananların cezalandırılmasına, duâda duâsızlık buyruklarına müsaade ettiler. Görünüşe göre Allah kelâmının cezası da ağır bir tokat oldu: kimileri dini millileştirdikleri için, kimileri Allah’a evlat isnad ettikleri için, diğer birileri de sessiz kalıp Allah’ın kelamına sırt çevirdikleri için bu cezanın muhatabı oldular. Din siyasete boyun eğmeyi yasaklar, bâhusus bidüziye tezgâh ve kurgu peşinde olup mevcudiyetini korku ve iktidar gücüne istinaden inşa eden “köleleşmiş zihine” itaat etmeyi yasaklar. Şüphesiz Allah’ın kelâmı olan Kur’an muhafaza edilmiştir, lâkin bu durum mevcut kurgu şartlarında görünen ikiyüzlülük, kibir, omurgasızlık ve aldatma gerçeğini ortadan kaldırmıyor, dahası günümüzde “Müslüman coğrafyanın” komik bir tabloya dönüştüğünü söyleyebiliriz. Günümüzde Müslümanlar gayrimüslimlerden çok Müslümanlar tarafından cezalandırılmakta; fakirlik, aşırı israf, dine ihanet, aile içi ihanet (ki bu durum çocuğun nesebinin şaibeli noktaya gelmesine dek varmıştır) almış başını gidiyor, bir de üstüne sıklıkla duyduğunuz “ensesi kalın” meselesi de var!

Peki bu olayı, bu zamanı, bu çelişkiyi özellikle coğrafyamızda yaşayan bizler neden anlayamıyoruz? Bunun pek çok sebebi var! En evvela şunu belirtmeliyiz ki, bizler hâlen onyıllar boyunca değiştirilmemiş ve günümüzde sağlığa oluşturduğu yüksek tehdit nedeniyle kullanımı yasak olan asbestli borulardan içme sulu kullanıyoruz. Pazar yerlerimizde kontrol edilmemiş ve paketlenmemiş süt ve süt ürünleri satılmakta. Aynısı, gün içerisinde “ihtiyaca” istinaden ısıtılıp dondurulan et ve et ürünleri için de geçerlidir. Araçların ve fabrikaların saldıkları zehirli gazlar da cabası! Pek tabii ki “Tito döneminden” kalma bir odada her biri farklı teşhis ve tedaviye sahip 12 hastanın tedavi edildiği hastanelerimizi de unutmamalıyız. Peki ya “1 saatlik izin, 2 saatlik yasak” olayına ne demeli?! Vatandaşları için “muazzam bir hizmet aşkıyla” çabalayan devleti anlamak güç. Ne büyük bir ayıp! İyi şeyleri saymak yerine biz bugün olü sayısını sayıyoruz.

XX. asır pek çok olaya şahit oldu, buna Osmanlı İmparatorluğu’nun sonu da dahil, ki mezkur imparatorluk “ilkelcilik” ve “smart-bilimsel gelişim” sebebiyle unutulmaya mahkum edildi; akabinde Birinci Cihan Harbi seyretti ve cezalandırmalar ile yıkımlar vukû buldu, hatta Holokost’a hazırlık yapıldı ve bu durum İkinci Cihan Harbi’ne yol açtı, ölüm ve korkunun hüküm sürdüğü insanlığa karşı bir savaş yaşandı. Sonrasında türlü türlü komünizmler peydahlandı ve mevcudiyetlerini inananları hedef ahmak suretiyle Allah’a “karşı” savaşa istinaden kurmak istediler: yine ölümler, cezalandırmalar ve kurgu. Bu kurgu devam etti ve ediyor. Ve yine ilâhi dinlerin temsilcileri sustular. Peki böyle mi olmalı? Hayır! Nâmümkün. Her ne kadar bu “virüs” döneminde “İslâmi terör” ifadesini duymasak da, Afrika ve Asya’daki pek çok anne ve çocuk, bugün ve şu an bile bir denizin ortasında boğularak can veriyorlar. Onların bu görünmez “fenomene” karşı dahi susma hakları yoktu. Ve doğal olarak akıllara şu soru geliyor: “İslâmi terör” sessizliğinin arkasındakiler, onu ve virüsü kurgulayanlar olabilir mi?!

İNSAN FITRATININ YOKOLUŞUNA DOĞRU

Kurgu kavramı bu durumda özünde doğallık ile hiçbir uyumu, benzetimi veya eşyapımı olmayan insanî fikirleri anlamlandırmaktadır. Münhasıran yorumlamamız gerekirse, kurgular, oluşumunda müşterek hassasiyetler algısından doğan tecrübeleri barındırmayan insan üretimini teşkil etmektedir. Dahası, kurguya dair iki farklı şekillendirme ve bilgilendirme ilkesinden de bahsedebiliriz ki, bu bağlamda aynılarını şartlı olarak “varolan” ve “zihin gücü” olarak tasvir edebilir, insanın spekülatif yetkinlikleri olarak nitelendirebiliriz.

XX. asrın en önemli nişanelerinden biri, “irasyonel” agresiflik şekil ve yöntemlerinin nicelik bakımından çoğalması ve nitelik bakımından artış göstermesidir. Agresiflik yöntemlerinin yelpaze genişliği belli bir süredir katı askeri çerçeveleri aşmış olup, “teknolojik evrenin” en geniş ufuklarını kapsamakta ve evrenin bir parçası olan insanoğlunun her geçen günle birlikte şiddet uygulayandan ziyade şiddettin mağduru olmak suretiyle konumunda değişikliğe sebebiyet vermektedir; dolayısıyla teknolojik evren perspektifleri bizleri apokaliptik bir noktaya, ekolojik bir felakete ve insan fıtratının yokoluşuna doğru sürüklemektedir. Diğer taraftan ise, Snow’un “iki kültürün” antagonizmine ilişkin tezlerine rağmen, “hümanist” kültürün fikir ve uygulamalarının ekseriyeti doğrudan veya dolaylı olarak “teknologjik evrenin” mezkur agresifliğini desteklemekte ve bu şekilde şiddet içeren fikir ile eylemlerin artışını teşvik eden analog bir fenomen üretmektedirler. Böylelikle, agresiflik fenomenine karşı çıkan fikirler aslında onları reddeden unsur tarafınca derin bir direnişle karşılaşmaktadır: çelişkiye bakın ki, “barışseverlik” ve “hoşgörü” idealleri agresiflik fenomeninin apokaliptik perspektiflerince belirlenen bünyelerindeki radikalizmin sonucu olarak, muhtevalarında şiddet unsurları da içermektedir.

Bu şiddet unsurları ise hatırısayılır insanî zararlara, içgüdüsel dürtülerin yok edilmesine ve insan fıtratının değişmesine sebebiyet vermektedir. Tüm farklılıkların ortadan kalktığı ve tüm özelliklerin yok olduğu bir dünya, en az farklılıkların ve özelliklerin çatışmasından zarar gören dünyamız kadar agresifliğin mağduru olacaktır. Sonuç olarak ve yeniden bir çelişkinin altını çizmek istiyorum, farklılıklar ve özellikler adına uygulanan şiddetin nihai hedefi aslında “barışseverlik” ve “hoşgörü” ideallerinin fıtratını teşkil etmektedir: farklılıkların ve özelliklerin olmadığı ve tek bir özelliğin zaferinin temayüz ettiği bir dünya.

Varlık kurgu üretme gücünü kaybetmektedir veya kaybetmiştir, bu boşluğu ise entelektüel atölyelerdeki kurgu aşırı üretimi “doldurmaktadır”. Ve XX. asırdan tevarüs edilip XXI. asırda da devam eden tam da bu kurgu aşırıüretimi dünya için ciddi tehditler içermektedir. Dahası, varlığın kurgularından farklı olarak, entelektüel kurgular insan ve doğa için tehdit arz etmektedir, zirâ bahsekonu kurgular insan ve doğanın kural ile ihtiyaçlarından başkalaşmış olan ilkenin keyfiliğinin ürünüdürler. Münhasır bütünlük ve hiyerarşinin yokoluş süreci bir başkalaşma meselesidir ve işbu mesele modern insanın içinde olagelen kopuk süreçlerin bir sonucudur. Bu şekilde, bir zamanlar varlığın bir aracı olan zihin gücü, günümüzde münhasır bir hedef hâlini almıştır. Bir varlığın kurgusu ancak olağanüstü konjonktürde insan ve doğaya zarar verebilir, zira varlık Doğa’nın Kanunu’yla “organik” bir bağ ile bağlıdır.

Zihin gücünün ürettiği kurguların tehdidinde yaşanan artışın sebepi, homo-haber’in teknologjik gücünün artışı ve bahsekonu kurgular ile teknolojinin sonucu olarak zayıflayan doğanın direncinin azalmasıdır. Yaşadığımız asra dek doğa, zihin gücünün imgesel üretiminin düzeltici unsuru ve göreceli de olsa başarılı bir hududunu teşkil etmiştir. Geçmiş dönemde doğa zihin gücünün kurgularını dayanmayı, aynılarına üstünlük sağlamayı ve dahi onları “yutkunmayı” da başarmıştır. Buna örnek olarak “Babil Kulesi” ve “Tanrı’nın Devleti”ni, “labirintleri” ve “daimi hareketleri”, teokratik ve kozmolojik sistemi, hatta bilmenin temel unsurunun direnişinden ortaya çıkan bilimin doğaya ilişkin fikirlerini dahi zikredebiliriz. Aslında varlık ve zihin gücü, hoşgörüye dayalı ve birbirini tamamlayan bir münasebetle insanlığın gelişmesine katkı sunmaktaydılar.

YENİ İNSAN KURGULARI OLUŞTURMA TEHDİDİ

Doğa, kurguların sapkın ve korkunç alanlarından kaçanlar için güçlü bir sığınaktı, “doğanın elementlerine” karşın insanoğluna güçlü bir savunma aracı sundu. Lâkin XX. asırda o denge tamamen yok oldu; doğanın zayıflaması ve kendini çekmesi onun işlevsellik ve düzeltici sınırlandırma alanını daraltmaktadır, bunun sonucunda da kurgu alanının “sınırsız” izafiyeti ortaya çıkmaktadır. Doğa ile bağından ve ona karşı yükümlülüklerinden kopmuş olan kurgular, doğadan neredeyse tam bağımsızdırlar, doğanın korkunç yoksaymalarından bağımsızdırlar, zirâ doğadan sapmaların çok olduğu yerde, canavarlar da çoktur. Öyle ki, bilimden edebiyata, insan verimliliğinin pek çok disiplininde kurgu ve realite arasındaki “klasik” fark tüm anlamlarını yitirmektedir; kurgular gerçek olur, gerçek kurguya dönüşür: ya herşey kurgudur ya da herşey gerçek. Belli bir kurgu ile onun realitesi arasındaki zaman aralığının kısalması, aynı fenomenin sınırları içerisinde kapsanmaktadır. Diğer bir ifadeyle, zihin gücünün kurgularının işbu zaferinde sadece doğa değil, zaman da onun yayılmasına karşı direnç gösterememektedir: modern teknolojinin tarihi, zamanın belli bir iftira ile aynısının gerçeğe dönüşmesi ve logodaki ürünler ile uygulamalar arasında geometrik bir gerileme içerisinde olduğunu ifade etmektedir.

“Merkezde” olanın veya istikamet düzeltmede yetkin bir araç olarak varlığın yok oluşu, modern insanda yok olan “spontanite”ye dair bir vekil ihtiyacı doğrumuştur, ki aynıları uykuya dair psikoanalitik teori modelleri veya “bilinçaltı” olarak da bilinmektedir. Diğer bir deyişle, rasyonalite üstü bir mefkure olarak varlığın vekili bahsekonu mefkurenin zıt kutbunda, rasyonel seviyenin altında bir yerde konumlanmaktadır. Böylelikle modern insanoğlu “bilinçaltının” ve libidonun enerjisinde kendi kalesini keşfetmiş oldu. Böylece varlığın kurguları “bilinçaltının” spontane kurgularıyla, doğrusu rüyanın içeriğiyle yer değiştirmiş oldu. Roger Caillois gibi modern kültürün büyük isimleri, yeni dogmaları açıkladıkları akademik makaleler yazmaktadırlar ve işbu makalelerde rüya ve gerçek ile kurgu ve realite arasındaki farkın nâmevcut olduğuna dikkat çekmektedirler. Bu tür teoriler esasen kurgulanmış hibridin doğayı istilâ ettiği süreçleri meşrulaştırmalıdır. Lâkin aynıları insan boyutunun kapandığı gerçeğini gizleyememektedirler. Bunun sonucu olarak da modern Batı kültüründe doğaya ilişkin nostaljinin, kurgu dünyasından, “natüralizmden”, “çıplaklıktan” veya “Akdeniz Kulübü” ideolojisinden kurtulma ihtiyacının ve dahi kurgu yurdundan kurtulma aracı olarak gezegenlerarası yolculuk projelerinin nişanelerini gözlemlemekteyiz. Zihin gücü kurgusunun bu denli yayılması, insanı “yutma” ve gerçek insanın yerini alacak olan Süpermenvari yeni insan kurguları oluşturma tehdidini gündeme getirmektedir. Lâkin bu yeni kurgulanmış insanın insana ihtiyacı olmayacaktır, zirâ insanoğlu Süpermen değildir.

Modern insanın aynı zamanda kendi kimliğinden ve kimliğinin talep ettiği sorumluluklardan kurtulma ihtiyacı da diğer bir realite olarak karşımızda durmaktadır. W. Thompson’un “Tarihin Sonu”nda ifade ettiği üzere, “Nostalji Operasyonu” kimliği bertaraf etmenin en yaygın yöntemlerinden biridir: “Önceleri seyahat meşakkati uzak kültürlerin bütünleşmesini muhafaza etti. Günümüzde kültürler yumurtanın sarısı ile şekerin karışımı gibi birbirine karışmış vaziyettedir ve babalardan tevarüs edilen gelenek çocukların hayatından – Carolina’da, Vietnam’da veya Nijerya’da yaşamalarından bağımsız olarak – önemsiz bir yer kaplamaktadır. Bu yeni yaşama biçimi yaşamın kritik dönemlerinin zaman ve mekân içerisinde izole edilmelerinin sonucudur. İnsanoğlu günümüzde kendi münhasır kimliğinin sorumluluğunu beşikten mezara dek taşımak zordunda değildir. Günümüzde insanoğlu kimliğini ve eşlerini enerjisi nispetinde değiştirmekte özgürdür. Kanaatimce McLuhan bu yaşam biçimini bireyin artık bir roman değil de bir televizyona dönüştüğü tasviriyle açıklayacaktı: “Bir kanalda, yeni bir programın diğer kanalda başladığına dair bildirim belirdiği müddetçe o hemen kanalı değiştirir. Lâkin bu yeni yaşam biçiminde yolunu kaybedenlerin sayısı yolunu bulanlardan çok olacaktır. Kaybolmuş yol altkültürler seviyesine, sağcı Amerianizm sûni kültürü seviyesine, siyahi milliyetçilik seviyesine, maoizm seviyesine, hippizm seviyesine ve dahi uçan çini iddialarında bulunanların kültleri seviyesine indirgenmeye mahkumdur. Bir insan için geleneğin getirdiği güçlü bir yapı eksikliği söz konusu olursa, o artık tüm fantazi türlerinden haz alabilir”.

ALLAH’IN KELAMI KİMSEYE BOYUN EĞMEZ

Kur’an ins ve cin tarafından muhafaza edilen Allah’ın Kelâmı’dır ve bidüziye insanoğlunu en yüce sıfat olan halifetull-Llahi fi’l erd ile şereflendirerek onu sorumluluğa çağırır. Dolayısıyla bizler Kur’ânı dikkatle, ihtimamla ve aşkla okumalıyız. Bâhusus peygamberlerin kıssalarını okumalıyız, zirâ her peygamber zamanının nişanesini teşkil etmiş ve Âdem a.s.’dan Efendimiz a.s.’a dek her peygamber bir nişane bırakmıştır. Bu dönem bana Nuh a.s.’ın zamanını andırmaktadır. Nuh a.s.’ın kavmi bolluk içinde yaşamıştır. Nuh Peygamber’in kendisi de bir zaman “sonsuzluğu” içinde yaşamıştır ki, günümüzde bilim bunu bir bilimsel metod olarak alma kabiliyetine sahip değildir. Nuh a.s’ın kavmi yeryüzünde yaşamış olan en çirkef ve en nankör kavimlerden biriydi. Sahip oldukları zenginlikleriyle bilinirlerdi. Zenginlikleri gözlerini o denli kararttı ki, herşeyi dünyevi kazanç zaviyesinden addetmekteydiler. Dahası, Allah’a inanmaları durumunda ne tür maddi kazanımlar elde edeceklerini sual ettiler. Terbiyeden nasibini almamış kaba bir kavim idiler. Allah onlara zenginlik verdi, bereketli topraklar ve güzel evler verdi, buna rağmen onlar Allah’a hamd edecek yerde, kendi elleriyle şekillendirdikleri putlara şükran ifade ettiler.

Bizler kendimizden korkar olduk. “Herşeyimiz” var, ama aslında “hiçbir şeyimiz” yok. Allah’ın kelamı kimseye boyun eğemez. Herşey ancak Allah’ın Kelâmı’na hizmet etmelidir. Müminler şuurla ve akla Allah’ın Kelâmı’na tabî olmalıdırlar, inanmayanlar ise bilinç ve sorumlulukla. İnanç kurtuluştur. İnanç sukûnet ve istikrardır. İnanç korkuyla, kandırmacayla, kurguyla, yalanla savaşır. İnanç çocukların, kadınların ve yaşlıların katlini yasaklar. Dinin “yasaklanması” yetmez. Buna tenezzül eden her sistem, her güç, en evvela insanı öldürmelidir. İnsanoğlu günümüzdekinden daha istihza edici bir duruma hiç düşmemiştir, bir dolara, bir avrova, bir rubleye, bir leke, bir denara kendini satmaktadir. Aslında günümüzde ne siyasi sistemler ne de kültürler iktidar sahibi değildir, iktidarı parası olan elinde bulundurmaktadır. Bunlar dünyanın en büyük teröristleridir. Bunlar dünyanın en büyük zulümkârlarıdır. Bakınız, bilimsel disiplinleri bile istihza eder olluk. Günümüzde bilimin en iyi, en leziz disiplinlerinden biri olan tıp bile o “kodamanların”, “perde arkasındakilerin” maske belâsı yüzünden yaka silkmektedir. Zavallı âlimler, zavallı müminler, ruhu ve bedeni pezevenk olan bu teröristlere nasıl sevap vermeleri gerektiğini bilememekteler.

Evrensel değerleri ve akabinde seyreden normları terk ettiğimizde, izafiyet alanına gireriz. O zaman ana kriter kaybolur. Gerçek bir cenah için başka diğer bir cenah için başka olamaz. Zirâ o durumda hakikatin rasyonel kriteri tamamen gözardı edilmiş oldu. Yani, evrensel kriterler ve değerler yok olduğunda – ki günümüzde bu tür bir durumla karşı karşıyayız – mutlak değerler sisteminden izafi olana geçiş yaşanır. Bizler galiba gerçekten de araştırmacıların “tehlike toplumu” olarak nitelendirdikleri ve suçsuzluğun suçlu tarafından cezalandırıldığı bir topluma dönüştük. M. Krlezha’nın da ifade ettiği üzere: “Herkez beynimde birşeylerin zıvanadan çıktığı ve benim normal olmadığım hususunda mutabık kaldı; zirâ ben onların mantığıyla düşünmeya başladığımdan beri delirdim”. Deliliğin bizleri bezdirdiği hususu gözle görülür bir gerçek; “Üzerinde ondokuz (görevli melek) vardır” (Müdessir, 30) diye buyuran Allah’ın kelâmına sarılmak yerine, bizler bugün başka bir korkunç “19”u konuşuyoruz, ki bu bir nevi evrensel köleliğin önsözünü teşkil ediyor: “Dur, sende virüs var mı?!”

#Kurgu
#Şiddet
#Perspektif
#Allah
#Roger Caillois
il y a 4 ans