|

Bu sefer pek olmamış gibi sevgili Clint Usta...

Bu saatten sonra her kim ortaya atlayıp da Clint Eastwood'un aslında iddia edildiği kadar büyük bir yönetmen olmadığını ileri sürerse, o kişi resmen 'çarpılır'. 'Affedilmeyen', 'Mystic Nehri', 'Milyon Dolarlık Bebek', 'Atalarımızın Bayrakları', 'Iwo Jima'dan Mektuplar', 'Yenilmez' ve 'Gran Torino' gibi her biri vaktiyle gönül tellerimizi titretmiş başyapıtlarından sonra kendisinin bizim kalemimizde de belli bir dokunulmazlığı var elbette... Ancak, 81 yaşında çektiği, politik ve ahlâkî dengeler açısından alabildiğine zorlu bir proje olan 'J. Edgar'ın da ortaya koyduğu bir başka hakikat var ki 'usta artık hissedilir ölçüde yorulmuş.'

Ali Murat Güven
00:00 - 3/03/2012 Cumartesi
Güncelleme: 06:56 - 4/03/2012 Pazar
Yeni Şafak
Bu sefer pek olmamış gibi sevgili Clint Usta...
Bu sefer pek olmamış gibi sevgili Clint Usta...
alimuratg@yahoo.com

JOHN EDGAR HOOVER (J. EDGAR)

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2011, ABD yapımı
Türü ve Süresi:
Biyografik-tarihsel drama, 137 dakika
Bütçesi:
35 milyon Amerikan Doları
Gösterim Formatı:
35 mm standart sinema filmi
Perdedeki Resim Oranı:
2.35:1
Türkiye'de Gösterime Sunulan Kopya Sayısı:
31
Seslendirme Dili:
İngilizce
(Ülkemizde Türkçe altyazılı olarak gösterilmektedir)
Yönetmen:
Clint Eastwood
Senarist:
Dustin Lance Black
Görüntü Yönetmeni:
Tom Stern
Özgün Müzik Bestecisi:
Clint Eastwood
Kurgucular:
Joel Cox, Gary Roach
Yapım Tasarımcısı:
James J. Murakami
Sanat Yönetmenleri:
Patrick M. Sullivan Jr.
(Süpervizör)
, Greg Berry
Set Dekoratörü:
Gary Fettis
Kostüm Tasarımcısı:
Deborah Hopper
Oyuncuları:
Leonardo DiCaprio (John Edgar Hoover), Naomi Watts (Helen Gandy / Hoover'ın sekreteri), Dylan Burns (Hoover'ın çocukluğu), Judi Dench (Anna Marie Hoover / Hoover'ın annesi), Gunner Wright (başkan Dwight Eisenhover), David A. Cooper (Başkan Franklin Roosevelt), Jeffrey Donovan (Robert Kennedy), Josh Lucas (Charles Lindbergh), Geoff Pierson (Mitchell Palmer)
İthalatçı Şirket:
Warner Bros.
Dağıtıcı Şirket:
Warner Bros.
İçerik Uyarıları:
Clint Eastwood, yönettiği filmlerde ahlâkî değerleri zorlamamak ve genel izleyiciye seslenebilmek için mümkün olduğunca titiz davranan, sorumluluk sahibi bir sanatçı. O yüzden, başka bir yönetmenin elinde rahatlıkla vahşi bir şiddet ve pervasız bir erotizm gösterisine dönüşebilecek olan bu karmaşık biyografik hikâyede de son derece denetimli bir üslûpla ilerliyor. Fakat, yine de birkaç yerde şiddet, argo diyaloglar, yüzeysel cinsellik ve alkollü/içki tüketimi yer almakta. Bundan dolayı, 13 yaşından daha küçük izleyiciler için çok da uygun bir yapım değildir.
Ailece izlenebilir mi?
/ ŞARTLI EVET /
13+
(Ailenin küçük üyelerinin 13 yaşında ve daha büyük olması şartıyla)
Filmin Yeni Şafak-Sinema Puanı:
(4 yıldız üzerinden)
* * 1/2
Resmî İnternet sitesi ve Fragmanı:

::::::::::::::::::::::::::::::

FİLMİN KONUSU:
1895-1972
yılları arasında yaşamış efsanevî
FBI
(Federal Bureau of Investigation / Federal Soruşturma Bürosu) başkanı
John Edgar Hoover
'ın,
1924
'de bünyesine katıldığı,
1935
'de de başına geçtiği bu kurumu ölümüne kadar bazen benzersiz bir maharetle, bazen de ürkütücü bir despotizm içinde yönetmesinin destansı hikâyesi… Görev süresi boyunca
8
ayrı
ABD
başkanının işbaşına geldiğini gören
Hoover
,
FBI
'ı yönetirken uyguladığı, bazıları demokratik geleneklere kesinlikle uymayan yöntemler nedeniyle sıkça eleştirilere maruz kaldıysa da hiçbir başkan onu koltuğundan indirmeye cesaret edemedi. Çünkü,
Hoover
'ın elinde kendisine savaş açmaya yeltenebilecek her düzeyden ve her kesimden insanı mahvetmeye yetecek kadar kirli dosya bulunmaktaydı.

::::::::::::::::::::::::::::::

“J. Edgar”
, yerkürenin dört bir köşesindeki milyonlarca
Clint Eastwood
hayranı gibi benim de yapım sürecinde beklentilerimi epeyce yüksek tuttuğum, fakat filmi perdede izledikten sonra ise salondan büyük ölçüde ağzımda dolanan ekşi tatlar eşliğinde çıktığım bir gösteri oldu. Öte yandan, ortaya koyduğu sonuç tam bir hezimet sayılmasa bile açık bir hayâl kırıklığına dönüşen bu iddialı dönem hikâyesinin günah faturasını yalnızca
Eastwood Usta
'ya kesmek ne denli ahlâkî bir yaklaşım olur, bundan da pek emin değilim doğrusu…
Öncelikle, film bize gösteriyor ki Amerikan güvenlik bürokrasisi tarihinin gelmiş geçmiş en
“karanlık”
adamı
John Edgar Hoover
'ın yaş olarak
77
,
Federal Soruşturma Bürosu
'nda üst düzey personel ve başkan pozisyonunda geçen zaman olarak da
48
yıla yayılan, hemen her dönemi binbir hile, desise, şantaj ve çirkefle geçen hayat serüveni standart sürelere sahip bir sinema filminin konusu olmaya kesinlikle müsait değil. Amerikalı sinemacılar bu tartışmalı kişiliği ille de ele almak istiyorlarsa, o durumda kendisinin hayatının sinemasal açıdan daha bir parlak görünen, yönetmene esaslı dramatik malzemeler sunabilecek spesifik bir dönemine, sözgelimi
“Senatör McCarthy'nin komünist aydın avı”
ya da sistemin bir türlü benimseyemediği aykırı başkan
John F. Kennedy
'nin
"Amerikan derin devleti tarafından ortadan kaldırılışına"
odaklanmak zorundalar… Böyle bir tercih hem o zaman dilimini derinlemesine irdelemeyi, hem de
Hoover
'ın aynı dönem içindeki rolüne ilişkin daha berrak sözler söylemeyi sağlayacaktır.
Velhasıl, beyazperdede elde edilebilecek en iyi sonuçta bile mal meydanda işte; Amerikalı sinemacıların bir kamu güvenliği kuruluşunun en tepe noktasında böylesine uzun süreli saltanat sürmüş bir adamın hayat hikâyesini topyekün ele alıp, ona her aşamasıyla hakkını teslim edebilmek için
13
bölümlük bir televizyon dizisinden başka şansları yok gibi gözüküyor.
Fakat,
Eastwood
ise bunu yapmak yerine kahramanını henüz yeniyetmelik yıllarından almış, onun tıpkı
Alfred Hitchcock
'un
“Sapık”
ındaki
Norman Bates
karakteri gibi hastalıklı bir tutkuyla bağlandığı annesiyle olan ilişkilerinden, ardı ardına eskittiği
8
ayrı başkanla yaşadığı bin bir türlü fırıldağa kadar fazlasıyla uzun ve karmaşık hayat yolculuğunu, çoğu kez tarihsel bir
"meydan savaşı"
nın öncesi ve sonrasını anlatmaya bile yetmeyen
137 dakikalık
süreye sığdırmaya çabalamış.
Dustin Lance Black
'in senaryosu aslında daha ayrıntılı ve sağlamdı, çekimler sırasında bu metne bütünüyle sadık kaldılar da hikâyeyi sonra kurguda mı kesip biçtiler, yoksa
Eastwood Usta
daha senaryodan başlayan bir yetersizlikler silsilesine
“Ben nasıl olsa bir şekilde eksik ve gedikleri kapatırım”
diyerek teslim mi oldu, onu da bilemiyorum. Ancak bildiğim bir şey varsa, film hem
ABD
'nin
20
'nci yüzyıldaki politik tarihini ve
Hoover
'ın alengirli işlerini iyi kötü bilenleri doyurmuyor, hem de sinemasal anlamda
"yürümüyor"
. Tam aksine, izleyicisinden son kareye kadar ulaşma noktasında ciddi bir özveri bekliyor.
FBI
'ın kötü bir şöhrete sahip şefinin hayatıyla özdeşleşmiş, ona yönelik olumsuz yaklaşımların da odak noktasında bulunan pek çok tartışmalı olay
(
1930
'ların azılı gangsteri
John Dillinger
'ın Federal ajanlar tarafından rahatlıkla sağ olarak yakalanabilecek iken, sırf
Hoover
'ın suç dünyasına gözdağı verme saplantısı yüzünden bir sinema salonunun çıkışında makineli tüfeklerle kevgire çevrilmesi,
1950
'li yıllarda
ABD
'nin toplumsal hayatında resmen terör estiren faşizan eğilimli
Wisconsin
senatörü
Joseph Raymond McCarthy
ile omuz omuza vererek dönemin sol eğilimli aydınlarına kan kusturmaları, suikast tarihinden günümüze kadar bütün resmî raporlarda bir tek katil zanlısının adı -
Lee Harvey Oswald
- geçmesine rağmen, öldüğü anda çekilen amatör filmlerde bile açıkça görüldüğü üzere farklı noktalardan açılan çapraz bir ateşle hayatını kaybeden
Başkan Kennedy
'nin ortadan kaldırış sürecindeki derin esrar perdesi v.b.)
bu filmde kendisine ya hiç gündem bulamıyor, ya da senaryonun yüzeyini şöyle bir sıyırıp geçiyor. Doğrusu ya, kalbim, bir zamanlar
Hollywood
'da
"yeni sağ"
hareketinin yılmaz savunucularından biri olarak ortalıklarda dolanan, o dönemlerde çektiği
"Kirli Harry"
ve benzeri polisiyelerdeki
"kendi kanununu kendisi üreten başına buyruk dedektif"
kimliğiyle özdeşleşen, hatta
1986
yılında
Cumhuriyetçi Parti
'den bir dönem için de
California
'da film yıldızlarının yoğunlukta olduğu
Carmel
şehrinin belediye başkanlığına seçilen sevgili adamımın
1990
'larla birlikte kendisinde peydahlanan o demokrat kimliği yitirip, ömrünün kışında kapanışı yeniden
"köşeli bir sağcılık"
la yapmaya döndüğüne inanmak istemiyor.
1992
yılındaki
"Affedilmeyen"
(Unforgiven)
muhteşem bir western başyapıtı olmasının yanısıra, isabetli bir alt okuma yapıldığında
Eastwood
'daki bu radikal ideolojik dönüşümün de yoğun izlerini taşıyan, sanatçının meslekî geçmişindeki o bol mermili, şiddetin alabildiğine kutsandığı "kan revan içindeki kültürel mirası reddedip, hem sinemasal hem de politik açıdan çok daha insancıl bir çizgiye doğru evrildiği bir tür
"günah çıkarma"
gösterisiydi.
Pekiyi,
"J. Edgar"
a hazırlanırken ne oldu da son
20
yıldır bizlere birbirinden güzel ve eşitlikçi insan hikâyeleri anlatan, hele hele
2008
yapımı
"Gran Torino"
da
"ırkçı önyargıların toplumsal huzur ve barışı provoke eden ne denli berbat sonuçlara yol açtığını"
yürek sızlatıcı bir küçük sinemasal destana dönüştürmüş bu ihtiyar bilge,
Hoover
gibi bir tezek çukurunun hayatının en karanlık noktalarını pas geçtiği,
"Devlet için vuran da vurulan da bizim için kutsaldır"
modeli kart bir sağcıya hangi mantıkla geri döndü?
Kendi adıma,
Eastwood
'un hayat serüveninde bu tür bir
son dakika golü
ne kesinlikle ihtimal vermiyorum. Yukarıda da anlattığım gibi, bence sanatçı ta en başından itibaren çok yanlış bir projenin orta yerine düştü, bir daha da gala gecesine kadar yakasını bundan kurtaramadı. Öte yandan, ilerlemiş yaşının getirdiği yorgunluk ve dikkat dağınıklıkları da işin tuzu biberi oldu tabiî…
ABD
'nin politik ve toplumsal hayatının neredeyse
70-80
yıllık bir diliminde kulaçlar atacak, böylesine kalabalık bir oyuncu kadrosuna, zengin bir dekor ve kostüm altyapısına sahip biyografik filmler genç-yaşlı demeden bütün yönetmenleri doğal olarak kışkırtır; hepsi de bu zorlu sürecin altından başarıyla kalkarak sinema tarihine yepyeni bir destan kazandırmak isterler. Tıpkı,
Spike Lee
'nin
1992
'de
"Malcolm X"
, ya da
Oliver Stone
'un
1995
'de
"Nixon"
ile pek güzel başardıkları gibi...
Ancak,
Lee
ve
Stone
'un yukarıda anılan
"büyük"
filmlerde, ele aldıkları tarihsel kişiliklere karşı ilk kareden son kareye kadar titizlikle sergiledikleri dürüstlüğü bir kenara bıraktığınızda, dünyadaki diğer bütün insanlar gibi hayatı boyunca yanlışlara ve doğrulara imza atmış bir adamı kendi politik perspektifiniz doğrultusunda
"sütten çıkmış ak kaşık"
konumuna yücelttiğinizde ise tılsım bir anda bozuluveriyor.
Hoover
'ın hayatı öyle alelâde bir hayat değildi; onun uzun ömrü ve bürokratik iktidarının kimi sayfaları, aynı zamanda
FBI
olarak bildiğimiz, devâsâ bir örgüt yapılanmasına sahip ülke içi güvenlik sisteminin tarihçesiyle de birbirinden asla ayrılamayacak kadar yapışık bir mahiyet arz ediyor. Bundan dolayı, senarist
Black
ve yönetmen
Eastwood
'a daha ön hazırlık aşamalarından itibaren
Washington
'un yüksek tepelerinden
"Aman ha, devlet tarihimizin en ikonik kişiliklerinden birini ele alacaksınız. Öyle yargısız infaz, eşcinsellik, transvestilik, başkan katletme gibi ince meselelere sakın ola girmeyin, girseniz bile teğet geçin. Sonrasında üzülmenizi istemeyiz"
gibi tatlı sert uyarılar bile gelmiş olabilir. Çünkü, her kim
ABD
'nin ve buna paralel olarak Amerikan sinemasının politik ve askerî iktidar karşısında mutlak bir bağımsızlık içinde olduğunu düşünüyorsa, o kişinin safdilliğine gerçekten şaşarım.
Yapıp ettikleriyle tarihe geçmiş belli kişilikleri tek yanlı ele alıp kutsamak,
Türkiye
'den
ABD
'ye hemen her çağdaş toplumun ortak sorunu... Ülkemizde de ne zaman bir
"Atatürk filmi projesi"
gündeme gelse, yazdığı senaryoda
Cumhuriyet
'in kurucusunu aşırı sigaradan dolayı öksürten bir yazar ortaya çıktığında
"Atatürk nasıl olur da öksürür lan!"
diyerek onu yerle yeksan etmiyorlar mı?
Can Dündar
'ın güzelim belgeseli
"Mustafa"
nın (bu arada da kendisinin!) gösterim sürecinden sonra yaşadığı linç kampanyası daha dün gibi hafızalarımızda...
Hiç kuşkusuz ki böyle şeyler -bize göre bir iki doz daha düşük yaşanmakla birlikte-
ABD
'de de olur, nitekim oluyor da... Hele hele,
Eastwood
'un politik yırtıklık konusunda bir
Oliver Stone
olmadığı, doğası gereği olamayacağı hesaba katılırsa...
Öte yanda,
"J. Edgar"
ın eksik aksak ilerleyen hikâyesinin yanısıra, sergilediği samimi çırpınmaya rağmen istenileni tam olarak veremeyen sanat yönetimine de bir çift sözle değinmek gerekiyor. Bir kere, son yıllarda
(özellikle
Martin Scorsese
'nin ellerinde)
birbirinden başarılı performanslara imza atmış olan
Leonardo DiCaprio
, o çocuksu sesi ve izleyicide hiç yaşlanmayacakmış izlenimi uyandıran toy suratıyla böyle bir tarihsel figür için doğru bir seçim miydi? Hiç kuşkusuz ki değil. Fakat, burada yapılan hesap da peşinen belli;
DiCaprio
kendini
Eastwood
gibi karizması gerek
Hollywood
ortamı gerekse
Akademi
çevrelerinde tavan yapmış,
Oscar
'daki ödül adaylıkları neredeyse garantili bir yönetmenin dümen suyuna bırakarak, yıllardır özlemini çektiği
"En İyi Erkek Oyuncu"
heykelciğini söküp almak istedi. Bu yüzden de normal tarifesi
20 milyon doları
bulurken,
Hoover
2 milyon dolar
gibi kendisi için leblebi çekirdek parası sayılabilecek bir bedel karşılığında oynamaya bile kolayca fit oldu.
Eastwood
ise
Hoover
'ın hayatı gibi bir konunun günümüzün
"sev-genç"
ideolojisine mensup hamburgerci Amerikan yeni yetmelerine taşıyabileceklerinden çok daha ağır geleceğini varsayarak, filmin konusunun içereceği bu kaçınılmaz ağırlığı
DiCaprio
gibi genç kuşağın ayılıp bayıldığı bir oyuncunun mevcudiyetiyle dengelemek istedi. Ancak, yapım-yönetim ekibinin
Oscar
adaylıkları ve nihayet ödüller açıklandığında yaşadığı büyük hayâl kırıklığı, bu hesabı da çoktan çökertmiş durumda…
Aslına bakarsanız,
Eastwood
'un fazlasıyla hantal anlatımlı yapıtı biraz daha hızlı yürüme emareleri sergileseydi, hele de
DiCaprio
'nun başroldeki performansı durumu kurtarabilecek kadar ışık saçsaydı,
Akademi
üyeleri ona -son yıllardaki dikkat çekici çıkışlarından dolayı- sarı heykelciklerden birini takdim etmeye çoktan hazırdı. Fakat, ilk aşamada en azından ticarî mantık olarak akılcı gibi görünen bu formülün, makaralar dönmeye başlayıp da görüntüler perdeye yansımaya başladığında aslında hiç tutmadığı görüldü.
Hoover
'ın gençlik yıllarına belli ölçüde yakışan sanatçı, sıra son derece ağır bir makyaj altında ezildiği yaşlılık yıllarına geldiğinde ise tek kelimeyle çuvallıyor.
FBI Başkanı
'nın bugüne kadar sayısız fotoğrafını ve hareketli filmini görmüş biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki o incecik sesiyle,
70
'lerine merdiven dayamış
"bulldog"
kafa yapılı bir adamı oynayan ve filmin yarısına yakınını da o makyajla geçiren
DiCaprio
, yapılan ilk kurguyu izledikten sonra ortaya çıkan sonuçtan kendisi bile tatmin olmamıştır.
Aynı şekilde, filmin yaşlılık dönemi makyajları, mevcut fizyonomileri iknâ edici bir görünümle yaşlandırılmalarına izin vermeyen diğer bazı oyuncularda da gayet sakil duruyor. Bu durumda,
Hoover
'ın gençliğini
DiCaprio
'nun,
60
'larından sonrasını ise başka bir aktörün canlandırması gibi bir seçenek gündeme gelebilirdi ki bu saatten sonra böyle bir çözüme de
"Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye"
denilebilir ancak...
Hoş, benzer bir çözüm önerisi, projenin ilk aşamasında yapımcılar tarafından da gündeme getirilmiştir muhtemelen; ancak daha henüz kendi fizyonomisinin sınırlarını yeterince tanımayan
DiCaprio
'nun
"Hepsini ben başaracağım, bu destanı tek başına yazacağım, Oscar da yalnızca benim olacak"
şeklindeki kaprislerinin böyle bir öneriyi daha doğmadan bastırdığını tahmin etmek zor değil... Halbuki, yavrucuğum sen
Robert De Niro
musun ki
"Kızgın Boğa"
da hikayenin sırf son
15
dakikası için
30 kilo
alıp kıç göbek salmış bir boksör eskisine dönüşebilecek,
"Frankenstein"
da akıl almaz yoğunlukta bir makyajın altında yine de hiç ezilmeden
De Niro
'vari bir canavar yorumuna imza atabileceksin?
DiCaprio
'nun, o çocuksu yüzü ve ince sesinin
Hollywood
'un diğer bazı kült aktörleri kadar geniş karakter çeşitlemeleri yapmaya -en azından bu yaşlarında- izin vermediğini yol yakın iken anlaması gerekiyor.
Öte yandan,
"J. Edgar"
ın oyunculuk performansı açısından iki gizli kahramanı var ve ne ilginçtir ki bu denli erkeksi bir filme, erkek egemen bir hikâyeye gerçek anlamda damgasını vuran her iki oyuncu da
kadın
...
Hoover
'ın annesi
Anna Marie
'yi oynayan İngiliz aktrist
Judi Dench
ile yıllanmış sekreteri
Helen Gandy
rolündeki
Naomi Watts
tek kelimeyle enfes birer performans ortaya koymaktalar...
Geçtiğimiz günlerde yayımlanan bir gazete haberinde, özellikle
James Bond
filmlerinde İngiliz gizli servisinin kadın şefi
"M"
olarak izlemeye âşinâ olduğumuz tecrübeli sanatçı
Dench
'in yakalandığı bir hastalıktan dolayı görme yetisini büyük ölçüde yitirdiğini, kendisine ulaştırılan son bir kaç senaryoyu okuyarak değil, yardımcılarına okutarak ezberlediğini öğrendim. Bu da böylesine yetenekli bir aktrist açısından son derece hazin bir final hâliyle...
Dench
, uzun ve parlak kariyerinin muhtemelen son işleri arasında yer alacak olan
Anna Marie Hoover
rolünde,
FBI
'ın başarı için her yolu mübah gören liderinin görevi süresince sergilediği makyavelist politikaların o daha gencecik bir delikanlı iken tohumlarını atan ilk akıl hocası olarak, annelerin kişisel eğitim tarzlarının bazen
"deha"
, bazen de düpedüz
"cani"
türetebileceği gerçeğini beyinlerimize bir kez daha nakşediyor.
Son söz olarak, iyi bir
Clint Eastwood
filmi, gerçek sinemaseverler açısından tadına doyulmaz bir deneyimdir ki
Usta
'nın böylesi kalburüstü filmlerini, tıpkı lezzetli bir yemeği canınızın belli aralıklarla çekmesi gibi, ara ara tekrar izlemek istersiniz. Fakat,
"vasat"
, dahası
"kötü"
sayılan bir
Eastwood
filmi bile son kertede matematiği sağlam, oyunculukları, sanat yönetimi, müziği, kurgusu çoğu noktada çıtanın üzerine çıkabilmiş, hattâ zaman zaman aşkın bir sinemasal gösterinin izlerini dahi taşıyabilen yapıdadır. Daha net bir ifade kullanmak gerekirse, bana göre
Eastwood
'un
"kötü"
sü bile günümüz
Hollywood
ortalamasının çok üzerinde... Bu yüzden,
ABD
toplumuna
50
yıl boyunca aralıksız kan kusturmuş, fakat bunu da her fırsatta
"toplumun çıkarları için yaptığını"
söylemiş gizemli bir adamı en azından bir nebze daha yakından tanımak için bile izlenmeye değer...

* * *

YENİ ŞAFAK SİNEMA SAYFASI / YILDIZ PUANLAMA TABLOSU

* * * *
(4 Yıldız)
Sinemanın sanat kimliğini pekiştiren gerçek bir başyapıt… Kaçırmanız gerçekten de yazık olur.
* * * 1/2
(3,5 Yıldız)
Oldukça başarılı bir film. Şartlarınızı zorlamak pahasına mutlaka görmelisiniz.
* * *
(3 Yıldız)
Çoğu bölümüyle sanatsal bir derinlik ve lezzet yakalayabilen, kayıtsız kalınmayacak bir film. Ömrünüzden bir kaç saati vermeye değer…
* * 1/2
(2,5 Yıldız)
Bazı bölümlerinde iyi bir filmin kalite standartlarına erişmeyi başarabiliyor; fakat bir bütün olarak bakıldığında ise sorunlu ve tam olmamış.
* *
(2 Yıldız)
Hiç bir sanatsal değeri ve akılda kalıcılığı yok. Yalnızca zaman öldürmek için tüketilebilir. Ki zamanınıza önem verdiğimiz için bunu da pek önermiyoruz.
* 1/2
(1,5 Yıldız)
Kötü bir film ve neden çekildiğini anlamak zor… Görmemeniz yararınıza olacaktır.
*
(1 Yıldız)
Sinema sanatı adına utanç verici bir gösteri… Arkanıza bakmadan kaçın, sevdiklerinizi de uzak tutun!




12 yıl önce