|

Diyanet’le elmalılı’nın fetva tartışması

Elmalılı ile Diyanet İşleri Başkanlığı arasındaki gerginlik sadece tefsirin önsözünde değil içeriğinde de yaşanır. Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki, Mısırlı alim Muhammed Abduh’u örnek göstererek Elmalılı’dan dört mezhebe bağlı kalmadan günlük yaşamla ilgili bazı konularda fetva almak ister. Elmalılı ise sözleşme gereği fetvayı sadece Hanefi fıkhı üzerinden değerlendirebileceğini söyler.

Yeni Şafak ve
04:00 - 9/05/2017 Tuesday
Güncelleme: 06:45 - 9/05/2017 Tuesday
Yeni Şafak
Ahmet Hamdi Akseki ve Elmalılı Hamdi Yazır
Ahmet Hamdi Akseki ve Elmalılı Hamdi Yazır

Diyanet İşleri Başkanlığı ile son devrin önemli alimlerinden Elmalılı Hamdi Yazır arasındaki anlaşmazlıklar sadece tefsir ve mealin basılması konusunda yaşanmaz. Tartışmalar Elmalılı’nın tefsiri peyderpey teslim etmeye başlamasıyla daha büyür. Meal ve tefsiri takip etme görevini üstlenen dönemin Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Ahmet Hamdi Akseki ile Elmalılı’nın biribirine yazdığı mektuplar bu tartışmayı bütün açıklığıyla ilk kez gün yüzüne çıkarıyor.

DÖRT MEZHEBİN
DIŞINA ÇIKMASI İSTENİR

Akseki yazdığı mektuplarda tefsir çalışmasında bazı hususlarda dört mezhebin dışına da çıkmasını talep eder, yeni fetvalar ister. Bunun sebebi, yeni kurulan Cumhuriyet’in anayasasında, yeni kanunlarındaki değişikliklerdir. Örnek olarak da Elmalılı’nın çağdaşı olan Mısırlı alim Muhammed Abduh’un reformist fetvalarını ve yazdığı tefsiri gösterir. Fakat Elmalılı bunu reddeder ve bu konuda ısrarda bulunarak mektuplar gönderen Akseki’nin bir süre mektuplarını dahi cevaplamaz.

AMAÇ, ABDUH’UN
GÖMLEĞİNİ GİYDİRMEK

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Elmalılı’ya örnek gösterdiği Abduh, reformist bir tefsircidir, Elmalılı ise daha ziyade gelenekten beslenir. Hatta örnek alması için önerilen Abduh’un tefsirini Elmalılı kendi hazırladığı tefsirde zaman zaman eleştirir. Her iki müfessir yaklaşık aynı dönemde farklı coğrafyalarda yaşamışsalar da aynı sosyal, siyasi, kültürel ve dini atmosferi solumuşlardı. Modernizmin ve pozitivzmin hakim olduğu bir dönemde Abduh, ıslahatçı bir yol izlerken, Elmalılı daha geleneksel ilimden beslenmeyi tercih etmiştir. Abduh, daha çok sosyal konulara yönelirken, Elmalılı daha ziyade pozitif bilimlere dayalı bilimsel bir tefsir hazırlama derdindedir.

TEFSİRİNİ İPEK
KAĞITLARA BASACAĞIZ

Bütün bu farklılıklara rağmen Diyanet’in Elmalılı’ya ‘Abduh baskısı’ devam eder. Hatta bu baskılar tefsir anlaşmasının yapıldığı ilk yıllarda da vardır. 1927 yılında Akseki’nin Elmalılı’ya yazdığı bir mektupta, Abduh’un tefsirine bakmasını salık verdikten sonra Elmalılı’nın tefsirini ipek kağıtlara basacaklarını da vaadeder. Mektup şöyledir: “… Tefsîri okuyoruz. Çok mühim muvaffakiyyet vardır. Hârûn Efendi de tamamen okuttu. Bi’l-hassa arz-ı hürmet ve teşekkür eder. Çok alâkadâr oldu. Fevka’l-’âde muvaffak olduğunuzu dâimâ söylemektedir. Bendeniz okurken ba’zı nokat hakkında hatırıma gelen şeyleri not ediyorum. Bilâhire Efendimize arz edeceğim. Hatırımıza gelen şeylerden biri de biraz daha munkıh olması idi. ...zât-ı fâzılâneleri bi’z-zât mektubunuzda söylüyorsunuz. Ma’a mâ fîh bu cihet-i esnâyı tab’da bile olacaktır. “Kâne’n-nâsü ümmeten vâhıdeten fe-be’asellâhü...” âyet-i kerîmesinde Abduh’un çok uzun bir tefsîri vardı. Bunu da görmenizi çok arzu ederdim. Ma’a mâ fîh bi’l-âhire de görülebilecektir.”

Bir başka mektubunde ise Akseki, Abduh’un bir tefsirinde Fatiha suresinden bir bölümü ‘çok beğenmiştim aklımda kalmış’ diyerek Elmalılı’ya gönderir. Bu mektuplara başlarda ‘onlara da baktım, bakıyorum’ diye cevaplar yazan Elmalılı ile Akseki’nin arasındaki görüş ayrılığı bir süre sonra münakaşaya dönüşür. Çünkü Elmalılı tefsir ve meal örneklerini Diyanet İşleri Başkanlığına gönderdikçe bu çalışmaları teslim alan Akseki, her çalışmada sayfalar boyu ‘hata’ların altını çizerek düzeltmesi için geri göndermeye başlar.

En son Akseki, boşanma konusunda Elmalılı’dan İslamın hükümlerini tekrar ele almasını, bu konuda dört mezhebe bağlı kalmamasını tavsiye eder. İbn Kayyım’dan örnekler vererek talak (boşanma) konusunda Elmalılı’dan yeni bir fetva ister. Elmalılı da mektubunda İbni Kayyım’ın eserlerinden örneklerle konuyu izah eder ve Akseki’ye benimsediği Hanefi fukahâsının görüşlerini aktarır. Yazar akademisyen Necmi Atik, bu mektuplardaki mezhep ve fikir ayrılığının sebebinin medeni kanunlardaki değişikliklerden de kaynaklandığını belirterek şöyle açıklıyor: “Kullanılan kaynaklar literatür kaynakları ve ulamânın hepsinin kabul ettiği kaynaklar. Aksekili’nin arzusu dört mezhebi bypass etmek. Fakat Elmalılı, Hanefi mezhebinin bu konulardaki ilmî delillerinin yeterli olduğunu bildirerek, bypassı kabul etmiyor. Aksekili’nin amacı Elmalılı’ya Muhammed Abduh gömleğini giydirerek her konuda fetvâ alabilmek, ama Elmalılı bu oyuna gelmiyor.”

BENİ AZARLADINIZ

Akseki’nin tefsire sürekli müdahale etmesi ve sayfalar dolusu da düzeltmeler göndermesi üzerine bir süre mektuplara sessiz kalan Elmalılı, hem bu tacizleri hem yaptığı tefsirle ilgili sürekli hata bulunmasına tepki göstererek, son mektubunda Akseki’ye şunları söyler: “(…)İbn-i Cerîr ve Râzî gibi büyük tefsirlere tebe’an ahmak ve hayvan ta’birleriyle iktifâ edip de himâr, nazmını veya mânasını tekrar tekrar tasrih etmekten kaçındığım yerde Kur’ân’da olmayan kelimeleri kullanarak nezâheti ihlâl ediyorsun, diye azarladınız. Bu azarlarınız münakaşa kapısını açmaksızın yapabildiğim kadar yerine getirmek için çalışırken, bu suretle mektuplarınızın cevâbı da fiilen vermiş olduğum müteselli oluyordum. Bir de tefsire tefsir cevap yazmakla meşgul olacak olursam nasıl işin altından kalkarım? Ben postaya mektup götürecek bir vâsıtaya bile mâlik değilim.”

Gurbetteki oğluma bile
mektup yazamadım

Elmalılı aynı mektubunda sağlık sorunlarından da bahseder. Bir yandan sağlık sorunlarıyla uğraşırken bir yandan düzeltmesi için gönderilen metinlerden ve tefsirde kullandığı kaynaklarla ilgili sürekli taciz edilmesinden büyük sıkıntı içine girdiğini dile getiren Elmalılı, Akseki’ye sitem eder: “Mart içlerinde makâmı riyasetten bana, Müfessir Hamdi diye bir tebliğ yapıldı. İki aya kadar tefsiri bitirmem emrolunuyordu. Gerçi amel-i müddet altında alınamazdı bu lazımdı. Yeniden bir an evvel bitirmek için bütün gayretimle çalışıyorum. Mukâvelemizde muhtasar bir tefsir kaydı bulunduğu için son iki cüzü daha kısa keserek bitirmek fikrine düşdüm. Bunun için muhâbere ile münâkaşa ile vakit geçirmeden sarf-ı nazar ederek işin içinden çıkmak için gece uykularını terk ettim. Gurbetteki evladıma da olsun bir sene mektup yazmayı bile unutarak çalıştım ve çalışmaktayım. Böyle iken birkaç sebeb karşısında bu güne kadar hitama erdirip de bir nefes alamadım.”

Muhammed Abduh kimdir?

Mısırlı İslam düşünürü (1849-1905). Cemaleddin Afgani’nin öğrencisidir. Hem çağdaşlarını hem günümüzdeki pek çok İslam düşünürünü etkilemiştir. Batı dünyasının ekonomiden sanayi devrimine, düşünceden günlük hayatına kadar her alandaki saldırısına karşı Abduh, İslam dünyasının içinde bulunduğu çıkmazdan kurtulması için Kur’an’ın yeniden yorumlanması gerektiğini düşünür ve Kur’an’ın yeniden yorumlanması üzerinde durur. İslam’a yöneltilen eleştirilere bakarak klasik bir tefsir yazmak yerine daha çok kelam merkezli doktrinal bir kelam kitabı yazmayı tercih eder ve Risaletü’t Tevhit adlı kitabı kaleme alır. Cemaleddin Afgani ile tanışması, İngilizlerle çok yakın temasta olması, onda siyasete ve toplumsal olaylara bir dönem ilgi doğurmuştur. Türkiye’de ise Muhammed Abduh, daha çok Fil Suresi’nin tefsirinde ileri sürdüğü bazı iddialar ve mucizelerle ilgili görüşleriyle bilinir. Elmalılı ise yazdığı tefsirde Abduh’un Fil suresi yorumuna eleştiri getirir.

‘Merhum Akif’i bu sureler yıldırmış’

Mektubunda Akif’ten de bahseden Elmalılı şöyle diyor: ”Birincisi mufassilât denilen bu sûreler pek güçtü. Âkif merhumu da yıldırıp bıraktıran bunlar olduğunu düşündüm. Beş on tefsiri gözden geçirerek mazmunlarını kavramak lüzumunu daha büyük bir ehemmiyetle kendini göstermişti. Ben bu surelerin meâlinde hitâbetle okunmak için hayli güzel bir üslûba muvaffak olduğum kanâ’atindeyim. Aynı zamanda inzar ile meşhûn olan bu sûreler daha çok okunacağı için meallerinin zevk ve ruhu duyurabilmek tefsire biraz tafsil istiyordu. Bu kararımı büyük ve altı cild teşkil eden bir eserde bunların üstünden geçmek sizin de benim de vicdânımızı muazzep edecekti.“


Elmalılı’nın Akseki’ye mektubu

Huzûru Fazîletlerine

Hem gam-kisârım, hem dil-şikârım muhterem

20/7/1937 tarihli mektubunuzu dest-i hakîrâneme vusulü bu gün 29/7/ Perşembe kâbil olabildi. Çünkü İstanbul’daki fakirhâneme yazılmış, ben ise bu sene ta’b ve ızdırâbın ezdiyâdı dolayısiyle biraz tebdil-i havâ mecburiyetinde kalarak Erenköy’den sahrâ-yı Cedîd’e nakledilmiş bulunduğum cihetle vusulü te’hîr etmiş. Vergi ihbarnâmesiyle beraber geldi.

Sevgiliden gelen sevgilidir. Darbü’l-habîb zebîbedir, hakîm olanların ‘itablarında da elbet hikmet vardır, dedim. İkisinin de cevabına şitâb etmek lazım geldiğini hüsn ettim,evvela hangisine koşacağımı şaşırdım.

Size cevap borcumun pek terâkim ettiğini biliyordum, ancak şu son cüzün de bitivermesine kadar te’cilde semâhat göstereceğinize ziyadesiyle ümid besliyordum. Bu kerre bunun selâmı sabâhı kesmek mâ’nâsına kadar vardığı ihtârı karşısında kıvrandım. Hemen yirmi gündür uğraşmakta bulunduğum Sûre-i Târık’ın âhirinde tefsir yazmaya çalışan yorgun kalbimi o yüksek emrinize ikbâlen cevap tahrîrine tahvil-i vazife ettirdim. Fakat sizin genç ve dinç boy karihanızın, ve ….. bir çırpıda çıkarıyormuş olduğu altı sahifelik büyük mektuba layık ma’rûzâtta bulunabilmek için benim istiğfâr edip ağlamaktan başka bir şey yapabilecek hâle gelmiş ezgîn, şaşkın, durgun kalbim nasıl îfâ-yı hizmet edebileceğini şaşırmış bulunduğundan dolayı da cevâbım birkaç gün te’hîr ederse ne edeyim.

İbtidâ sıhhat ve ‘âfiyet duâsıyla iltifat buyuruyorsunuz. Teşekkür ederim. Cidden ona çok ihtiyacım var. Senelerden beri fart-ı mesâ’î ve ta’b-i kelîdden dolayı mütemadiyen başım ağrımakta bulunduğu gibi mi’demden, göğsümden, böğürlerimden de çenber gibi saran bir takım sancılar içinde kaldığım için birkaç ay Erenköy’den gelmiş bulunuyorum. Ve bu hal içinde şu tefsir işi nâ-temâm kalmış diye didiniyorum da didiniyorum. Duânız makbul âfiyetiniz müzdâd olsun.

Sonra şöyle başlıyorsunuz: “İlmin şânı tevâzu’ olduğu cihetle ilmen yükseldikçe bunun artması ve binâen aleyh sorulan ilmi bir meseleden dolayı soranı küçük görerek ona cevap vermek tenezzülünde bulunmaması dahi bununla da kalmayarak âdetâ selam ve sabahı kesecek dereceye kadar varılması bilmem ki ne ile tefsir edilir? Efendimize ilmi bir mesele sordum, hem de kavl-i mücerred ile değil edille serdiyle beni iknâ edin dedim. Böyle demek hata ise onu anladım. Ma’a mâ fîh bundan sonra sormayacağım” diyorsunuz.

İlmi olmak üzere bir süâlinizi bir de i’tirâzınızı hatırlıyorum. Süâliniz bir fetvanıza ta’lîk ediyordu. Ona dâir kanâ’atimi ‘arz etmiştim. İ’tirâzınızda Sûre-i Talak’ta İbn Kayyım el-Cevziye’nin bir kavline ta’alluk ediyor. Ve Ebu Dâver Şerhi ‘Avnü’l-Ma’bûd da bir nakli tazammun ediyordu. Buna dâir tefsir yazdığımı yazdıktan sonra münâkaşayı uzatmak işimize sekte vermiş ve daha bazı mülâhazalar sevkle te’hir etmiştim ki bunları biraz arz edeyim.

Tefsire başlarken evvela bir proğram yapılmıştı, ona heyetinizden bilhassa şu fıkralar derç edilmişti: Furu’da Hanefî mezhebi, usül de ehl-i sünnet mezhebi esas ittihaz edilecek, nâsih mensûh gösterilecek, buna nazaran benim o meselede mezâhib-i erba’aya muhâlif olanı İbn Kayyım kavlinden kanâ’atim dâiresinde kısaca olsun bahs etmeme i’tirâz edebilirdiniz. Halbuki zât-ı ‘âliniz o proğramın hilâfına olarak bana şu süâli soruyordunuz: Hâlâ mezheb-i Hanefi’ye mi tâbi olacağız? Ben buna ne diyebilirim? O mesele ile yirmi beş seneden beri uğraşmışım. İbn Kayyım’ın İ’lâmü’l-muvakkı’în, Zâdü’l-Me’âd, ve sâir görebildiğim her eserinde ileri sürdüğü sözlerini gözden geçirmişim. Gözettiği maslahatın ve kazımak istediği mahzurların mâhiyetini de takdir etmişim.

Bununla beraber bütün edillenin ve mezâhibin hulâsâsından şu neticeye vâsıl olmuşum, o da: Talak-ı selâse def’aten îkâ’ şer’an haram ve günahtır, Kur’ân’ın ve sünnetin emr ve tavsiyesine muhaliftir. Bundan çok mahzurlar tevellüd eder, lakin lagv değildir, çünkü lagv olsa idi günah olmazdı“” mucibince muâhaze edilmemek iktizâ ederdi. Bundan da daha çok mahzurlar çıkardı” kana’atına vâsıl olmuşum. Bunu da tefsirde hulâsa olarak söylemişim. Siz delilimi hiç nazar-ı i’tibâra almadan da’vâya ‘avdet ederek bu arada beni uzun uzun mebâhise da’vet ediyordunuz. Bu ise tefsire girmezdi, hayli uzun bir hilâfiyyât kitabı yazmaya tevakkuf ederdi. Onu da şimdi muhâbere suretiyle yapamazdım. Vazifeden çok uzaklaşmış olurdum. Şüphe yok ki zât-i ‘âlinizi iknâ’ benim haddim değildir. Yalnız kanâ’atimi söylemekten ileri geçersem hadd-i nâ-şinaslık etmiş olurum. Hiçbir zaman ben her meseleyi hal ederim diye bir da’vâya girişmedim. İlimde lâ edrî de bir vazifedir. Benim hürmetimi selamı sabahı kesecek dereceye kadar götürmenizi fasl-ı fâtıra getirebilirdim.

Sâniyen: Mart içlerinde makâmı riyasetten bana, Müfessir Hamdi diye bir tebliğ yapıldı. İki aya kadar tefsiri bitirmem emrolunuyordu. Gerçi amel-i müddet altında alınamazdı bu lazımdı. Yeniden bir an evvel bitirmek için bütün gayretimle çalışıyorum. Mukâvelemizde muhtasar bir tefsir kaydı bulunduğu için son iki cüzü daha kısa keserek bitirmek fikrine düşdüm. Bunun için muhâbere ile münâkaşa ile vakit geçirmeden sarf-ı nazar ederek işin içinden çıkmak için gece uykularını terk ettim. Gurbetteki evladıma da olsun bir sene mektup yazmayı bile unutarak çalıştım ve çalışmaktayım. Böyle iken birkaç sebeb karşısında bu güne kadar hitama erdirip de bir nefes alamadım.

Birincisi mufassilât denilen bu sûreler pek güçtü. Âkif merhumu da yıldırıp bıraktıran bunlar olduğunu düşündüm. Beş on tefsiri gözden geçirerek mazmunlarını kavramak lüzumunu daha büyük bir ehemmiyetle kendini göstermişti. Ben bu surelerin meâlinde hitâbetle okunmak için hayli güzel bir üslûba muvaffak olduğum kanâ’atindeyim. Aynı zamanda inzar ile meşhûn olan bu sûreler daha çok okunacağı için meallerinin zevk ve ruhu duyurabilmek tefsire biraz tafsil istiyordu. Bu kararımı büyük ve altı cild teşkil eden bir eserde bunların üstünden geçmek sizin de benim de vicdânımızı muazzep edecekti. Onun için siz de bunların kısa geçilmesine i’tirâz ettiniz. …… devamını yazdınız ki gereği de bu idi. Bu ise bir senelik işti. İkincisi ahkâm kısmı az olan bu surelerin inzârında ki şiddetlerden olsa gerek ki münakaşayı ……. Beğenmez oldunuz. Daha yukarılardan geçenlerle mukâyeselerini münâsebetlerini gayb etmemeye ve proğramda olduğu veçhile ahlâk ve mevâ’ız mevzularını okutmamaya çalışarak her kelimesini saatlerce belki günlerce düşündüm.

Ve mükaddimede dediğim gibi mümkün olabildiği kadar aslına sâdık kalmak maksadını güveren ‘arî üslûb ile değil hitâbet üslûbunda yazdığım ve onda muvaffak olduğumu zan ettiğim meâlleri ki ve tesir ve te’villeri me’hazlarıyle bir mukâyese zahmetini ihtiyâr etmeksizin pek basit olan ve her te’lifte müellifine bağlanması lazım gelen ifâde hususiyetlerine ilişmek suretiyle formaları tekrar tekrar mutâla’a edilmek üzere i’âde buyurdunuz. Meselâ , gibi âyetlere taalluk eden tefsir mevki’lerinde İbn-i Cerîr ve Râzî gibi büyük tefsirlere tebe’an ahmak ve hayvan ta’birleriyle iktifâ edipte himâr, nazmını veya mânasını tekrar tekrar tasrih etmekten kaçındığım yerde, Kur’ân’da olmayan kelimeleri kullanarak nezâheti ihlâl ediyorsun, diye azarladınız. Bu azarlarınız münakaşa kapısını açmaksızın yapabildiğim kadar yerine getirmek için çalışırken bu suretle mektuplarınızın cevâbı da fiilen vermiş olduğum müteselli oluyordum. Bir de tefsire tefsir cevap yazmakla meşgul olacak olursam nasıl işin altından kalkarım. Ben postaya mektup götürecek bir vâsıtaya bile mâlik değilim.

Üçüncü, tab’ işi de bir taraftan ta’cîl ediliyordu ve her forması üç dört saatimi alıyor sersem olup kalıyorum. Mâdem bu seneye kalacaktı bu derece tazyik edilmese ne vardı? Bu şerâit altında daha fazla ne yapılabilirdi ki selamı sabahı kesmeye kadar vararak bu abâletin başına yuları yumrukla ittirip duruyorsunuz. Aziz Hamdiciğim, dedim ya elbet bunda da bir hikmet var. Fakat bu yumrukla iktifâ etmeyip bir de şöyle buyuruyorsunuz: (Yalnız hususi olan bu işi resmi işe de intikâl ettirdiniz. Gönderilen notların dün ‘âdetâ tahkir âmiz bir takım ‘ilâveler ile i’âde edildiğini hayretle gördüm. Makâm-ı riyasetten gelen notlar imzasız da olsa resmidir.) Af edersiniz amma doğrusu bu daktinizi (diktanızı?) beğenmedim. Resmi o notları hususiyetten çıkarıp da resmi addetmenizi kiyâsetle mütenasip bulmadım. Onları resmi saymak mahzurdan sâlim görmem. Teemmeül buyuruluyorsa ne demek istediğimi takdir buyurursunuz.




#Diyanet
#Elmalılı Hamdi Yazır
#Ahmet Hamdi Akseki
7 years ago