Bu zor günlerde panik ve korku karşısında ne yapacağımızı bilmiyoruz. Dünyayı etkisi altına alan salgında kendimiz kadar yakınlarımız için de korkuyoruz. Hastalık ve ölüm haberleri karşısında çaresiziz. Bu korkuyla nasıl başa çıkacağımızı, manevi olarak nasıl yorumlamamız gerektiğini yazar Belkıs İbrahimhakkıoğlu’na sorduk. Kültür dünyasında olduğu kadar manevi konularda da insanların sık sık kapısını çaldığı zaman zaman dertlerimizi paylaştığımız büyüğümüz İbrahimhakkıoğlu’nun feyizli dünyasından bize düşenler. Buyrun.
İşin doğrusu öteden beri hep münzevi bir hayatı arzu ettim. Tabiatla iç içe sakin bir beldede, sessizliğin huzuruyla yaşamayı hayal edip durdum. Fakat bunu gerçekleştirmek mümkün olmadı. Nasipte virüs vesilesiyle eve çekilmek varmış. Ancak bu elbette kast ettiğim inzivadan farklı bir durum. Evdesiniz ama sessizliği yaşayamıyorsunuz. Hız çağı bütün iletişim kanallarıyla, kapılarınız kapalı da olsa, evin içine nüfuz ediyor. Eğer faydalı olanı ayıklayamazsak bu durum mecazî anlamda koronadan daha vahim bir virüs sayılır. Çünkü dedikodu kabilinden söylentilerle beslene beslene hakikatle bağımızı gevşetiyoruz. Maneviyatın yaralanması ise bedenin rahatsızlanmasından daha ağır sonuçlara sebep olur.
Olaylar karşısındaki tavrımız hayat felsefimizle yakından ilişkili. Meseleleri suhuletle muhakeme edebilirsek sokağa çıkma yasağı kâbusumuz olmaz.
Yunus Emre Hazretleri; “bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı” diyor ya, bu günleri gönül darlığımızı terbiye için lütuftan saymak lazım.
Gönlümüzdeki gizli âlemlerin sokaklardan çok daha büyük olduğunun keşfi için iyi bir fırsat olarak değerlendirebiliriz. Yani korona virüsünü, iç yolculuğumuza zemin hazırlayan hayırlı bir vesile diye kabul etmek de mümkün. İhtiyaçların karşılanmasında hiçbir sıkıntı yaşamıyorum çok şükür, Hem ailem hem ailem kadar yakın çevrem sıkıntı yaşatmadılar. Tek başıma olduğum için fazla bir şeye ihtiyacım da olmuyor. Ama ihtiyaç sahibi nicelerinin var olduğunu bilmek kendi durumumuzun önüne geçiyor. Payıma düşeni evden halletmek nasip olur inşaallah. Önceleri dışarlarda evden daha fazla zaman geçirdiğim için şimdilik birikmiş ev işleriyle uğraşıyorum, yanı sıra da bir şeyler okumaya çalışıyorum.
İnsan oğlunun yeryüzü hikâyesi Hazreti Âdem’den beri iki kanallı akıyor. Habil ve Kabil’de davranış özelliklerimizin özeti mevcut. Habil rahmani, Kabil şeytani olan tarafımızı temsil ediyor. Dünya salgınlar, savaşlar, tabii afetler gibi toplumları sarsan pek çok olaylara sahne olmuş. Bu olaylar karşısında elbette insanların birbirini etkileyen ortak davranış özelliklerini görmek de mümkün. Ama temelde ne olduğumuzu bireysel tutumuz belirler. Korku ve panik terbiye edilebilir beşeri duygularımızdandır. Terbiye edilmiş korku bizi tedbirli ve itidalli olmaya sevk eder, terbiye edilmemişi imanî zaafa sebep olur. Zorluklar karşısındaki ilk duruşumuz nefsimizle yüzleşmemize vesiledir. Sözümüzle amelimiz arasındaki eşitliğin terazisidir. İnancımızdaki samimiyetin göstergesidir. Eğer kainatın sahibinin izni olmadan bir yaprak bile kıpırdayamayacağına, her şeyin O’nun bilgisi dâhilinde tezahür ettiğine olan imanımızı tazelersek “Allah var, ne gam var” diyebilme şuuruna erişiriz.
Burada biraz sıkıntılı ifade kullanacağım. Kâbe-i muazzama boş kaldı diye kederleniyoruz. Şöyle bir düşünelim; kemiyet olarak doluydu evet, ama keyfiyet olarak gerçekten dolu muydu? İslâm Dünyasının gafletine bakınca doğrusu cevap vermek zor. Her tarafından mazlumların kanı damlayan ABD’nin ayaklarına pas pas olmuş yönetimlerin Mescid-i Aksa’yı siyonistlere teslime hazır olmaları bundan çok daha acı ve vahim bir durumdur. Virüsten dolayı boş bırakmamız tedbir sebebiyle, ama gafletimizle yarattığımız manevi boşluğun hesabı çetin. Biz doğru adımı dinin ahlâk demek olduğunu bir an önce kavrayıp, ona göre eğitim seferberliğine başlarsak atmış oluruz.
Öncelikle Resûl-i Ekrem Efendimizin sözüne kulak verelim: “Kişinin her duyduğunu iletmesi ona günah olarak yeter”. Sosyal medyadaki trafiğin beyinlerimizi çok fazla yorduğunu fark etmiyoruz. Bu trafik maalesef dinginliğe fırsat vermiyor. Doğru mu, yanlış mı olduğu araştırılmadan servis edilen bilgiler, görüntüler çoğu insanı esir alıyor. Virüs dolayısıyla zorunlu olarak uzaktan erişim programlarını da ilave edersek kendimizi cihazlara bağlı bir yaşam alanına mahkûm ediyoruz. Ama bunu dengelemek bizim elimizde. Zamanımızı iyi değerlendirmek için neye, ne kadar zaman ayıracağımızı ayarlamalıyız. Bunu yaparken ruhumuzun beslenmeye her zamankinden biraz daha fazla ihtiyacı olduğunu hesaba katmalıyız. Belki bu dönem sanatın toplumun gelişimindeki önemini kavramamıza da yol açabilir.
Musibet diye gördüğümüz bu durum bütün dünyanın uyanışına vesile olacaktır inşaallah. Şahit olduğumuz tablo, insanı görmezden gelip parayı ilâh kabul eden sistemin çökmeye mahkûm olduğunun habercisidir. Sular durulduğunda insanlığın bu mesele üzerinde daha fazla kafa yoracağına inanıyorum.
Eğer biz toplumdaki sıkıntıları, yaşadığımız tıkanıkları ferasetle tahlil edebilme basiretinde olabilirsek çok bunalmadan altından kalkabiliriz. Tarihimizde pek çok hadise milletimizin direncine şahittir. Yakın örnek olarak 15 Temmuz direnci henüz sıcaklığını koruyor. Tabii afetler veya benzer durumlar karşısındaki yardımlaşma gayretimiz ha keza. Şimdi de milletimiz elinden geleni esirgemeyecektir. Allah’ın izniyle bu günler de geçecektir. Gelip geçer de, delip geçmeden temellerimizi sağlamlaştırmak için şimdi bizim en acil ihtiyacımız olan mesele ahlâklılık ve liyakattir. Ahlâk liyakatin koruyucusudur. Bir an önce hatır gönül ilişkileriyle kaynak israflarından kurtulup erdemli toplum inşasının gereklerini yerine getirmek zorundayız. İnsana yatırım geleceğin emniyetidir. Eğitim ve Kültür Bakanlığının bu konuda müşterek hareket etmesi ve kadrolarını ehliyetli, sağlam kişilikli insanlarla yenilemeleri lazım.
Şuna inanmalıyız ki, toplum düzeninin temeline ahlâkı yerleştirirsek ekonomi dâhil pek çok durum kendiliğinden düzelir. Güven duygusu sıkıntıları göğüslemeyi kolaylaştıracaktır. Toplumun bu güvene ihtiyacı var.
Kültürümüzde gayretin bizden, takdirin Allah’tan olduğunu dile getiren deyimler çok kullanılır. Kur’an-ı Kerim’de başarının ancak Allah’ın yardımıyla mümkün olduğunu vurgulayan ayetler var. Takdir-i ezel gayrete âşıkmış. Biz kul olarak gayretle mükellefiz, o kadar. Neticesi Allah’ın takdirine kalmış.
Allah(c.c), biz kullarını değerli kılanın dualarımız olduğunu buyuruyor. Gönlün derinlerinden içtenlikle edilmiş dua bizim Rabbimizle olan güçlü bağımızdır, kulluk beyanımızdır, ibadetimizdir. Biz aynı zamanda bütün kâinatın bu ibadetimize ortak olduğuna şahitlik de ediyoruz. O yüzden de dualarımız en güçlü şifadır. Eğer ettiğimiz duanın huzurunu duyuyorsak ve endişelerimizden kurtuluyorsak bu hâl tam bir teslimiyetle Rabbimize yöneldiğimizin ve kabul gördüğümüzün delilidir.