|

Günümüz Türkçesine uyarlayan: Hâlid Ziya

Cumhuriyet’in reddimiras politikaları Hâlid Ziya gibi batıcı, yenilikçi bir edebiyatçıyı bile tutunabilmek için dilde sadeleşmeye yönlendirdi. İşe önce kendi romanlarını sadeleştirerek başladı. Deniz Aktan Küçük’ün makalesi Cumhuriyet’in “makbüllük cetveli” karşısında Hâlid Ziya’nın yerini tahlil ediyor.

Yakup Öztürk
04:00 - 15/04/2024 Pazartesi
Güncelleme: 02:37 - 15/04/2024 Pazartesi
Yeni Şafak
Halid Ziya Uşaklıgil
Halid Ziya Uşaklıgil

Edebiyat ve Cumhuriyet, VakıfBank Kültür Yayınları’nın Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunun 100. yılı vesilesiyle yayımladığı Atelye Serisinin ikinci kitabı olarak Hazal Bozyer editörlüğünde yayımlandı. Burada Türk edebiyatçılarının Cumhuriyet devrimleri ve ulus-devlet bilinci ile irtibatına dair makaleler yer alıyor. Abdullah Uçman, Cumhuriyet ideolojisinin sembol dergilerinden biri olan Hayat mecmuasını yazarlarının milliyetçilikle ilgisi üzerinden inceliyor. Emel Kefeli, Anadolu coğrafyasının Türk edebiyatında görünme biçimlerini, öne çıkan birtakım metinler etrafında tahlil ediyor. Serkan Özdemir, Yakup Kadri’nin Panorama’sı üzerinden edebiyat ve ideoloji ilişkisine odaklanıyor. Kurtuluş Kayalı, Kemal Tahir; Pelin Aslan Ayar, Ziya Şakir Soku’nun Şarkı Yıldızı Selma romanı hakkında yazıyor. Aslı Sağıroğlu Aslan ise Atatürk dönemi sanat politikalarını anıt heykeller üzerinden anlamlandırıyor. Son olarak Erhan Kıvanç’ın, Türk Olmak... kitabına dair bir değerlendirme yazısını görüyoruz. Bu yazıda daha ayrıntılı olarak tanıtmaya çalışacağım yazı ise Deniz Aktan Küçük’e ait: “Edebiyat-ı Cedide Romanını Cumhuriyet’e Uydurmak: Hâlid Ziya ve Yeni Yazı”


CUMHURİYET’İN MAKBULLÜK CETVELİ

Türk edebiyatında roman türünün ilk hakikî sanatçısı olarak ben de Hâlid Ziya’yı görüyorum. Onun sadece bir yol açıcı olmadığını, kendisinden sonra gelen kuşakların dahi onu bir anda eskitemediklerini iddia ediyorum. Hâlid Ziya’nın İzmir yılları, bu çok sesli şehirde tecrübe ettikleri, batı sanatı ve dili ile erkenden tanışması, Recaizade’nin yanında vakit kaybetmeden mevzilenmesi onu henüz İstanbul’a gelmeden, Mâi ve Siyah’ı tefrikaya başlamadan bir seviyenin üzerine çıkarmıştı. Bu sebepten Aşk-ı Memnû’nun geçmişi sarsan büyük tesiri, Hâlid Ziya’yı “baba” figürü hâline getirmesi tesadüfî değildir. Oysa, her yeninin eskidiği, elden ayaktan düştüğü gerçeği onu da bir gün esir almış, Cumhuriyet’in yenilikçi, devrimci, batıcı, geçmişi reddedici politikaları, yıllarını vererek var ettiği metinlerini dil cihetinden gözden geçirmeye zorlamıştır. Bir dönem Ömer Seyfettinlerin skolastik dil, Enderun argosu diye tahkir ettiği Hâlid Ziya Türkçesi yeni bir eşiğe dayanır. Bu süslü dilin sahibi tabiri caizse günümüz Türkçesine uyarlama çalışmalarına mahkum edilir. Hâlid Ziya bütün metinlerini elden geçirir. 1938’de Mâi ve Siyah, bir yıl sonra da Aşk-ı Memnû Latin harflerine aktarılır. Deniz Aktan Küçük, Hâlid Ziya’nın bu tercihindeki gerekçelerini anlamaya çalışır. Bunun için önce Edebiyat-ı Cedide ile birlikte Hâlid Ziya’ya gelen eleştiriler ve Hâlid Ziya’nın bu eleştirilere cevapları ele alınır. Daha sonra sanatçının, “unutulma, kanon dışı bırakılma endişesi” üzerinde durulur: “Osmanlı’ya ait Edebiyat-ı Cedide’nin ve bununla bağlantılı biçimde Hâlid Ziya romanının Cumhuriyet’in makbullük cetvelindeki yerini tespit etmek gerekir.”

Yeni Lisancı Ali Canib’in dilin sadeleşmesine dair iddialarını yüksek sesle ifade ettiği mecra 1932’deki Türk dil kurultayıdır. Burada, “büyük ihtimalle Hâlid Ziya da dinleyiciler arasındayken” Servet-i Fünûncuları ağır bir dille eleştirir. Onlar, uydurma bir lisanın anlamsızlığından kendilerini kurtaramamış, millî zevkin varlığını inkar etmişlerdir. Ali Canib bu iddialarını ispatlamak için Servet-i Fünûncuların şiir ve düzyazıları ile saz şairlerinin şiirlerini, asırlarca önce yazılmış manzumeleri mukayese eder. 1932’ki bu kurultay salonunda yapılan konuşma Küçük’ün makalesindeki en dikkat çekici belgelerden biridir.

Hâlid Ziya, yukarıda bahsi geçen “makbullük cetveline” bir süre dirense de romanlarını “hor görülmekten kurtarmaya” çalışır. Önce, Cumhuriyet’in reddimiras politikalarını eleştirir. Tanzimatçıların dili yumuşatma adımlarını Servet-i Fünûncuların sekteye uğrattığı eleştirileri karşısında “Kemal’in lisanından sonra bugünün nesrine üzerinden pek kolaylıkla geçilebilir bir köprü olmak meziyeti şüphesiz Edebiyat-ı Cedide’nindir.” der. 1932’de ise Edebiyat-ı Cedide kuşağının Abdülhamid istibdadına karşı gelerek Garp edebiyatı cereyanlarını Türk edebiyatına getirdiklerini iddia eder. Cumhuriyet’in medenî, batıcı, laik temsiliyetine, II. Abdülhamid’i düşman göstererek dahil olmaya çalışması dikkat çekicidir.


UNUTULMA ENDİŞESİ

Servet-i Fünûncuların millî olmadıkları suçlaması da Hâlid Ziya’nın cevap vermek zorunda bırakıldığı bir başka iddiadır. Ona göre bir romanın millî olması için mutlaka Edirnekapı, Taşkasap, Molla Gürani ya da Etyemez’den bahsetmek zorunda olmadığını, Boğaziçi’nin de İstanbul’a dahil olduğunu söylemesi oldukça tuhaftır. Millî roman İstanbul’da ya da memleketin herhangi bir yerinde Türkler arasında, Türk âdet ve yaşayışı ile Türklüğe ait hadiseler içinde geçen romansa, Hâlid Ziya kuşağı bundan başka bir şey yapmamıştır diyerek kendisini savunur. Deniz Aktan Küçük, Hâlid Ziya’nın dil ve millilik meselesine verdiği cevapların arkasında Cumhuriyet’in eski-yeni arasında açtığı “yarık” vardır, der.

Makalenin ilgi çekici bölümlerinden biri de “Unutulma Endişesi” başlığını taşır. Hâlid Ziya artık gazetelerde “Yaşayan büyüklerimiz”den biri olarak takdim edilir. Hem yaşlı hem de eski dönemin bir temsilcisi olduğu hatırlatılır ya da sanatçı oraya sıkıştırılır. Hem eskilik hem de dil devrimi ile Hâlid Ziya romanının geleceği tartışmalı bir hâl alır. Sadece mekteplilerin anlayabileceği bir dille yazılan romanlarının bugünün nesli için hiçbir şey anlaşılamayan bir dile dönüşmesi tehlikesi vardır. İlim ve fen aleminde olduğu gibi edebiyat aleminde de fakir olan Türk irfanı için o yazılar kaybolup gidecektir. Bu düşüncelere sahip olsa da aslında Hâlid Ziya dilin sadeleşmesine taraftar değildir. 1908’de okuyucularına seslendiği bir mektubunda dili halkın irfan seviyesine indirmek değil, halkın irfan seviyesini dile yükseltmek gerektiğini vurgular. 1926’da da Latin harflerinin memleketin ilmî, resmî hayatında yeri olmadığı kanaatindedir. Ama bu kanaatleri iki yıl sonraki devrimden sonra değişmeye başlayacaktır.

1930’lardan itibaren eskinin değil yeninin taraftarı olduğunu sıkça vurgulamaya başlar. “Türkçe’de Türk veyahut Türkleşmiş olan kelimelerden başka bir şey bulunmamak lazımdır.” der. Edebiyat-ı Cedide’ye yönelik eleştirileri kabul eder. Cumhuriyet politikaları Hâlid Ziya gibi bir edebiyatçıyı bile böylesine arayışlara sevk etmiştir. Hâlid Ziya’nın dilde sadeleşmeye tam olarak yönelemediği, 1939’da Aşk-ı Memnû için yazdığı önsözde görülür. Yeni neslin pek tanımadığı kelimeleri, terkipleri sadeleştirmiş fakat üsluba dokunmamıştır. En önemlisi romanın adına müdahale etmemiştir.


#hayat
#aktüel
#kitap
15 gün önce