|

Huzursuz kalbin huzur çağrısı

Merve Özgenli Çelik’in “Huzursuz Kalp Sendromu” 19 hikâyeyi bir araya getiriyor. Çeşitli insan dramlarına bazen kahramanların, bazen anlatıcı yazarın, bazen markette satılan bir sukulentin, bazen bir çınar ağacının bakışlarıyla tanıklık ettiğimiz öyküler akıp gidiyor.

00:00 - 16/07/2022 السبت
Güncelleme: 16:38 - 16/07/2022 السبت
Yeni Şafak
Arşiv
Arşiv
İBRAHİM DEMİRCİ

Merve Özgenli Çelik’in Huzursuz Kalp Sendromu adlı eseri, Hece Yayınları’nın 670’inci kitabı olarak okura sunuldu. 80 sayfalık kitapta 19 öykü var. Önce “İçindekiler”i okudum: “Yakup, Müebbet Özlem, Umut Kuşu, Rüzgârın Getirdikleri, Plastik Dünyada Sukulent Olmak, Memnune, Yeşil Sızı, Tanık Kürsüsündeki Fesleğen, Çilem, Keskin, Beni Bu Rüyalar Büyüttü, Çürük Yeşil, Çınar Bey, Cenaze Evi, Sahipata’da Bir Mualla, Babaannem ve Sümsük Kuşu; Bilemeyeceğim, Bilemeyeceksiniz; Huzursuz Kalp Sendromu, Sarı Lamba.”

Metin sayısının 19 olduğunu görünce bu sayı çevresinde oluşan, oluşturulan yorumları ve hareketleri hatırladım ve bu kitabın ve yazarının o hareketlere yakınlık duyma ihtimalini zihnimden kovdum.

İlk öykü “Yakup”, “Bazı insanlar ölmemeli.” cümlesiyle başlıyor ve izleyen cümleler, toplumuna ve diline dikkatli ve cesaretli gözlerle bakan ve gevezelikten hoşlanmayan bir yazarla karşı karşıya olduğum izlenimini verdi bana. “Ankara’nın eski gecekondu semtlerinden Şentepe”nin insanları “şek dolu”dur ve Şentepe, “Nüfus müdürlüğünde adı bir harfle yanlış yazılanların kaderini taşır (s. 7). Yazarın “Şektepe” kelimesini bulma işini okuyucuya bırakması hoşuma gitti doğrusu. Fakat “herkesin kendi kapısından başka diğer kapılara şekle yaklaştığı yer” ifadesindeki “diğer” kelimesi beni rahatsız etti. Yazar, keşke o kelimenin gereksizliğini görebilseydi! Bir de, “Annesinin çocukken anlattığı peygamber kıssalarının etkisi”yle “Yakup Peygamber gibi gözlerini kaybetmekten korkar” olan Şentepe’nin çağdaş meczubu Yakup, keşke “kendiyle bütünleşen merhamet yeşili tişört” yerine “kendisiyle bütünleşen merhamet yeşili tişört”le karşımıza çıksaydı.

Öyküyü bitirdiğimde ilk cümleyi, “Bazı insanlar ölmemeli.” cümlesini hatırladım ve yazarın bu öyküsüyle bir bakıma Yakup’u yaşatmakta olduğunu düşündüm.

MERHAMET YEŞİLİNDEN BAŞKA YEŞİLLER

Yeri gelmişken belirteyim: Yazar, kitap boyunca “merhamet yeşili”nin yanına başka yeşiller de katıyor: “kasvet yeşili, yaprak yeşili, cazibe yeşili, elem yeşili, çürük yeşili, vuslat yeşili”. “Çürük yeşili”, kitabın 12. öyküsünde “Çürük Yeşil” olarak ve daha bir trajikleşerek karşımıza çıkıyor. Ankara adliyesinin önünde, Temmuz sıcağında, dertlerinin kendisi anlatmadan anlaşılmasını bekleyen, kolunun neden kırıldığı sorulmaksızın sarılmasını uman bir kadın konuşuyor: “Altını kurcalamadan, sorgulamadan iyilik yapmak... Ama bundan daha da zoru varmış. İyilik yapmaktan daha zoru iyilik beklemekmiş. Ben de bu bekleyişle çürüyorum.” (s. 51) Hazin bekleyiş, iç burkan çürüyüş.

İşte bu kadının derdini çay satan, çay istemeyene su öneren bir çocuk paylaşmaya çalışır. Çayı da suyu da ilkin reddeden kadın, sonunda “Tamam madem, ver bakalım bir çay.” demek zorunda kalır (s.52). “Konuşacak dermanım yok.” diye düşünen kadınla çocuk arasında geçen konuşma şöyledir: “Abla insan neyi kaybetti biliyor musun?” / “Neyi?” / “Samimiyeti.” Anlatıcı kahraman kadının şu düşüncesi, hepimizi irkiltecek bir derinlik taşıyor: “Bu çocuğun bu sıcaklarda, yanındakinden dondurma isteyeceği yaşlarında samimiyetin ne olduğunu anlayıp bunu kaybettiğimizi söylemesi hiçbir deprem etkisi yaratmıyor şehirde.” (s. 53) Şehrin ve şehirlinin görmezden geldiği gerçekler o kadar çok ki...

Yakup öyküsüne dönmek istiyorum: “Sabah ezanlar okunurken evden çıkar, akşam ezanına kadar sokaklarda eyleşir” (eğleşir?) olan Yakup: “İhsan’ın Kuaför Semiha ile aşkını, cılız saçlı kadının her çarşamba yollara düşüşünü, gün doğmadan uyanıp adliye önünde işe çıkan çaycı çocuğu, annesinin ölümünün ardından iyice kimsesiz kalan Çileli Âdem’i iyi bilirdi Yakup (s. 8). Bu cümlede anılan kişilerle başka öykülerde karşılaşmak, metinler arasında bağ kurmamızı ve hoş bir “zevk-i tahattur” hissetmemizi sağlıyor. “Şentepe’deki tüm hayvanların babası” olan Yakup’un bildiği kuşlar arasında “sümsük kuşu” ile “umut kuşu”nun da sayılmış olması ve bu kurgusal kuşlarla başka öykülerde de karşılaşmamız, Merve Özgenli Çelik’in metinlerinde “simgesel unsurlar” olarak yorumlanabilir.

“Hiçbir ışığa gerek kalmadan karanlık niyetleri, hiç temizlik görmemiş kalpleri ve çirkin düşünceleri görürdü (s. 9).” cümlesini okuduğumda irkildim ve yazara karşı çıkmayı düşündüm: Yeryüzünde “hiç temizlik görmemiş kalp” olabilir miydi, olabilir mi? Abartılı ve maksadını aşan bir cümle mi bu?

Çeşitli insan dramlarına bazen kahramanların, bazen anlatıcı yazarın, bazen markette satılan bir sukulentin, bazen bir çınar ağacının bakışlarıyla da tanıklık ettiğim öyküler akıp gidiyor ve “Babaannem ve Sümsük Kuşu”nu okurken itirazımı geri alasım geliyor. Öykü şöyle başlıyor: “Güneşin batmaya yüz tuttuğu bir ikindi vakti anladım babaannemin sevgisiz bir insan olduğunu. Günümün ve şaire göre hayatımın yarısı geride kalmışken anlamanın aydınlanmayla aynı göbek bağından kesildiğini gördüğüm gibi babaannemin de anne karnına sevgisiz düştüğünü anladım.” (s. 67) Otuz beşinci yaşı kutlanan torununun doğum günü pastasına: “Bayat bu pasta, senin aldığın pastadan ne olacak zaten sümsük.” diyebilen bir babaanne! (s. 69). O kadının kalbi gerçekten “hiç temizlik görmemiş” olmalı demekten kendimi alamadım.

Kitabın 17. metnini (“Bilemeyeceğim, bilemeyeceksiniz”) Merve Özgenli Çelik’in yazarlık tutumuna ve tarzına ilişkin içtenlikli ve açık sözlü bir bildiri olarak okudum ve sevdim. (s. 71-73).

#Merve Özgenli Çelik
#Hece Yayınları
#öykü
٪d سنوات قبل