15 yıldır buradayım.
1997 ya da 1998 yılıydı sanırım. Burada yaşayan bir Japon Hanım vardı. Bir Türk'le evliydi. Kocası da sinema sektöründe çalışıyordu. 'Bir sinema filmi için eğitim almış Uzakdoğulu bir oyuncu aranıyor" dedi. Ben Japonya'da Nıhon Üniversitesi Sanat Bölümü'nde oyunculuk üzerinde ön lisans yaptım. Dolayısıyla bu teklifi hemen kabul ettim ve Cem Yılmaz'ın 'Her Şey Çok Güzel Olacak' filminin elemelerine katıldım. Sağ olsunlar beni seçtiler. Kaldım. Ama filmden sonra geri dönmeyi planlıyordum.
Film bitti. 3 ay prömiyeri bekledim. Tabi o zamanlar Cem Yılmaz ve Mazhar Alanson'un Türkiye'nin en önemli isimlerinden olduğunu ve onlarla aynı filmde olmanın önemini bilmiyordum. Neticede film çok izlendi. Orada ben de dikkat çektim. Başka iş teklifleri de gelmeye başladı. Böyle böyle derken 15 yıl kalmışım. Dönme fırsatımı kaybettim açıkçası.
Çok üzgünüm ama maalesef öyle değil. Ben Türkiye'de yaşamayı seçmedim. Türkiye, yani buradaki işler beni seçti.
Sadece Türkiye için değil, Japonya'ya da Amerika'ya da gitseniz, herhangi bir ülkede yabancıysanız o ülkeden çok şey beklediğiniz zaman yapamazsınız. Ben Türkiye'den hiçbir şey beklemeden geldim. O yüzden hala buradayım.
Dediğim gibi iş için geldiğim için ilk 3-4 yıl çok da şehirle ilgilenemedim. Sevdiğim işi yapıyor, yeni insanlarla tanışıyordum. Şehir çok da umurumda değildi açıkçası. Yani güzelliğini fark etmeden, benim yaşadığım şehir oldu. Şimdi ise bana yabancı bir şehir gibi gelmiyor. Tokyo'dan bahsettiğim gibi bahsediyorum İstanbul'dan da.
Sahilini seviyorum.İşe vapurla gidip gelmeyi seviyorum. Ben İstanbul'a geldiğimden beri Cihangir'de oturuyordum. 5 yıl önce sahile yakın diye Bağdat Caddesi'ne taşındım. Sevdiğim başka bir yönü de her yerde sokak hayvanlarının olması.. Tokyo'da bu kalmadı. Havası da çok güzel. Dört mevsimi yaşayabiliyorsunuz.
İnsanlar arasındaki mesafenin çok dar olduğunu hissettim. Hala da hissediyorum. Türk insanı bunu samimiyet olarak algılıyor. Ama Japonlar için bu bazen laubalilik olabiliyor. Tabi okurlar yanlış anlamasın, bu bizim kültürümüze göre böyle. Yoksa size göre normal davranışlar bunlar. Belki de Japonya'da yaşayan Türkler de bu mesafeden dolayı Japonları soğuk bulabilir. Bu sadece kültür farkı.
Japonlarla ilişki kurarken o mesafeyi korumaya çalışıyorum. Ama Türklerle arkadaşlık ederken, bana ne kadar ters gelse bile Türklere göre davranmayı öğrendim. Mesela bir arkadaşım doğum yaptı. Japonya'da biri doğum yaptığı zaman anne en az 2-3 hafta bebekle baş başa kalır. Çünkü çok yorucu bir iş yapmıştır ve dinlenmelidir. Ben de gitmedim tabi. Arkadaşım çok bozuldu. Şimdi bana ters gelmesine rağmen ilk günden gidiyorum.
Var tabi. Yaşlılara saygılı davranmak, komşuluk…
Şöyle bir şey; Amerika'da gel şöyle bir iş var denilse giderim. Gerekirse yerleşirim. Aidiyet duygusu benim için lüks. 15 yıl başka bir ülkede yaşadıktan sonra bir yere ait olma duygusu hissetmiyorum.
Yoo, mutluluk. Nerede mutluysam orada olurum. Mesela burada da mutsuz olsam ayrılırım. Ama mutluyum. Bir gün mutsuz olduğum bir an gelirse ki inşallah gelmez, o zaman ayrılırım. Bu benim lüksüm. Ama her lüksün bir bedeli de vardır. Benim lüksümün bedeli de hiçbir yere ait olmamak. Böyle bir yalnızlık.
'Orijinal Japon mu' diyenler var. 'Orijinal olmayan Japon' nasıl oluyor onu bilmiyorum.
Ben 15 senedir burada yaşıyorum. Bu kadar yıldan sonra siz nasıl trafikten şikayet ediyorsanız ben de edebilirim. En ufak bir eleştiri yaptığımda 'Türkiye'yi beğenmiyorsan çek git' demesinler' lütfen. Ben de bu şehre emek verdim, bu şehrin bir parçasıyım ve sizin kadar benim de eleştirme hakkım var. Dışarıdan bir yabancı olarak değil, aksine çok benimsediğim için eleştiriyorum. size deprem gelecekse, bana da gelecek burada. Her şeyi beraber yaşıyoruz. Birlikte oturuyoruz, vergisini ödüyoruz. Bir de bize 'Para var ki buradasın' muamelesi yapılıyor. Kusura bakmayın ama Japonya'da daha çok para var. Ben mutlu olduğum için buradayım. Kötü şeyler de iyi şeyler de yaşıyorum. Tıpkı sizin gibi. Bunları da söyleme hakkım var. Beni tabii ki yabancı olarak görebilirsiniz. Yabancıyım sonuçta. Ama bu şehrin yabancısı değilim artık. Bunu bilsinler. Bir sene önce Anadolu'dan gelen insandan çok daha fazla biliyorum İstanbul'u.
Tabi ki… Farklı bir pencere açıldı hayatımda. Farklı bir kültürle tanıştım. Yıllardır oradan aldığım eğitimi ve bilgiyi burada kullandım. Şimdi artık burada edindiğim tecrübeyi orada kullanma zamanı geldi.
Japonya'da ulusal kanalda yayınlanacak bir gezi programı yapacağım. Bir de bir Türk sanatçıyı Japonya'da tanıtmak gibi bir projem var. Artık biraz da Türk-Japon kültürel alıverişine katkıda bulunmak istiyorum. 2010 yılında Japon Dış İşleri Bakanlığı Türkiye'de 'Japon Yılı' etkinliği yaptı. Beni de dostluk elçisi olarak görevlendirdi. Orada birçok iş yaptım. Kültür elçisi olarak bu çalışmalara devam etmek istiyorum. Maalesef iki ülke arasında kültür üzerine çalışan insanların sayısı az. Ben iki ülke arasında bu konuda elimden geleni yapmaya karar verdim.
Hollanda'da aşçı olarak çalışıyordum. Ama kapalı mekanlarda çalışmaktan sıkılmıştım ve gezmek istiyordum. Bu arayış 1988 yılında fotoğrafçılık kursuna başlamama neden oldu. Bir yandan da bir fotoğrafçıda çalıştım. 2 yıl düğün fotoğrafçılığı yaptım. Sonra bu işten de sıkıldım. Çünkü yine hep Hollanda'daydım. Bu sırada bir arkadaşım Güney Afrika'dan Mısır'a doğru gezip yol hikayeleri yazmak istiyordu. Onunla birlikte yola çıktık. Cape Town' a geldik. Bir sene kaldım orada. Sonra Hollanda'ya geri döndüm. Bağımsız fotoğrafçı olarak devam ettim. Hollanda'da yaşayan azınlıkları fotoğrafladım.
Yoktu.Yabancı bir ülkeye yerleşmek hayata 20-30 yaşında bir bebek olarak başlamak demek. Beklenti ve önyargı, zor olan bu durumu daha da zorlaştırır.
1987 yılında turist olarak geldim. Türkiye'yi hiç bırakmadım ondan sonra. Fotoğrafçı olarak her sene 3-5 defa geldim. Gazi Mahallesi olaylarını, 1 Mayıs protestolarını, Metin Göktepe'nin cenazesini çektim.
Tabi orada başka bir Türkiye görüyorsun. Ama bir ortak nokta var. İki ortamda tanıştığım Türkler de Türkiye'yi çok seviyorlar. Sadece bir kesim sistemden nefret ediyor ve sokakta protesto ediyor. Ben bunu anlayamıyordum ve anlamak için bir süre Türkiye'de yaşamaya karar verdim. Bir de İstanbul sokaklarında dolaşırken bir değişim yaşanacağını hissettim ve buna tanıklık etmek istedim. 5 Ocak 1999 yılında geldim ve 13 yıldır İstanbul'dayım.
Evet, bir ülke gözlerinin önünde değişiyor. Bu muhteşem bir şey. Çok dinamik bir ülke. Bir konuda ümitsizliğe kapılsanız da, ardından o kadar güzel bir şey oluyor ki tüm kara bulutlar dağılıyor. Mesela 3-4 sene önce benim facebook'ta bir tane bile başörtülü kadın arkadaşım yoktu. Şimdi bir sürü var.
Hiçbir iş bağlantım yoktu. Tamamen rastgele geldim. Bir olta attım. Ama olta sürekli boş çıktı. Balık yıllar sonra, 2006 yılında İz TV ile geldi.
Çok zor dönemler geçirdim. Üç ay boyunca 50 TL ile yaşadım. Ama ben iyi bir şeyler olacağına gerçekten inanmıştım. Hakikaten oldu ve İz TV'nin teklifi geldi.. 'Wilco'nun Karavanı' ile başladı, 'Wilco'yla Yaşasın Yemek'le de sürdü. Şu anda İz TV'de '2 Göz Bir Şehir'le devam ediyor. Arada başka kanallara özel projeler de yaptım.
Yok düşünmedim.
Hayat buldum. Eşimi buldum.
3 ay bir kursa gittim. Ondan sonra param bitti (Gülüyor) ve mecburen sokakta öğrendim.
Anadolu'dan İstanbul'a göçle gelen insanlar mecbur burada yaşıyorlar ama kalpleri hala orada. Bence asıl çılgın proje 'Köye geri dönüş' projesi olmalı.
Trafik biraz rahatlar. Yeni evler yapmak gerekmez. Şehirde daha az mutsuz insan olur. Çünkü onlar köylerinde mutlular.
Hollanda'ya gittiğimde bir süre sonra 'Artık evime döneyim' hissine kapılıyorum. Hollanda çok güzel bir ülke ama çok da özlemiyorum.
Eğer işin varsa çok güzel bir şehir. Ama işin yoksa İstanbul bir vampir oluyor ve bütün enerjini çekiyor. İstanbul'da çok çirkin binalar var. Ama o çirkinliğin yanında kocaman muhteşem bir köşk, 3 metre ileride eski bir Bizans duvarı görüyorsunuz. Sağınızda gökdelenler, solunuzda Topkapı Sarayı, Ayasofya. Tarih ve bugün iç içe. Ama mesela geçen günlerde Sultanahmet'te tarihi bir eser yıkılıp otel yapıldı. İşte ben o zihniyeti sevmiyorum. Trafiği sevmiyorum. Bir de çok az yeşillik var.
13 yıldır burada yaşayan biri olarak benim de eleştiri yapma hakkım var. Trafikten de şikayet edebilirim, tarihi yapıların yıkılıp otel yapılmasından da. Ben bunları Türkiye için söylüyorum. Ama Hollanda'da bir röportaj verirken daha dikkatliyim. Çünkü ben bazı şeyleri pozitif haberlerle değiştirmek istiyorum.
Tabii ki oluyor. Mesela bir Avrupalı ile bir Türk'ün hijyen anlayışı aynı değil. Evde ayakkabıyla gezmek gibi. Ama sonra orta yolu bulduk.
Eskiden daha kolaydı. Ama şimdi çok zor. Çünkü 3 yaşında bir kızım var ve ben onu görmek istiyorum. Tabii ki kariyer çok önemli. Ama kızım da önemli. Şira'nın büyümesini kaçırmak istemiyorum.
O davet benim için bir ödül gibiydi. Çok onur duydum. Zaten arkadaşlarım bana 'Sen bizim en iyi elçimizsin' diyorlar. Hollandalılar Türkiye hakkında hiç bir şey bilmiyorlar ve büyük önyargıları var. Ama buna rağmen çok sayıda Hollandalı, turist olarak Türkiye'ye geliyor. Demek ki birşeyler yapmak lazım. Ben de iki ülke arasında, tıpkı İstanbul gibi bir köprü olmak istiyorum. 13 yıllık birikimimin böyle bir faydası olmalı artık.
Hollanda'da bir yemek programı yapacağım. Hollanda baharatlarıyla bir Türk yemeğini ya da Türk baharatlarıyla bir Hollanda yemeğini karıştırmak ve kültürleri kaynaştırmak gibi bir şey. Yemekler iki ülke arasında bir köprü olsun istiyoruz. İki ülkenin yemekleri ve baharatlarını karıştırıp güzel tatlar elde etmek ve bunu kültürler üzerinden de yapmak güzel olacak.
Ayumi Takano da Wilco Van Herpen de İstanbul'a hiçbir beklentileri olmadan gelmişler. "Herhangi bir ülkede yabancıysanız ve beklentileriniz varsa, daha çok hayal kırıklığı yaşarsınız . En güzeli olduğu gibi kabul etmek" diyorlar.