Biyografisini, bugüne kadar yaptığı çalışmaları ve yazdığı eserleri yazmaya kalkışsanız sayfalar dolusu yazı tutacak isimler var. Ülkemizin ilk Bizans Tarihi uzmanı Semavi Eyice bu isimlerin başında yer alıyor. Araştırmalarını özellikle Bizans sanatı konusunda yoğunlaştırmış olan Eyice Galatasaray Lisesi mezunu. II. Dünya Savaşı'nın en sıkı zamanında Almanya'da bulunmuş. Anlattığı her şey film gibi. Bu hafta Semavi Eyice'nin evine konuk olup Almanya günlerini ve sanat tarihçiliğini konuştuk. Eyice, 1924 İstanbul doğumlu. 94 yaşında. Anıları ise bugün gibi taze. 1943’te Galatasaray Lisesi’nden mezun oluyor. Aynı yıl arkeoloji ve sanat tarihi okumak üzere Almanya’ya gidip 1944’te Viyana Universitesi’nde, 1944-1945’te Berlin Universitesi’nde öğrenim görüyor. 1945’te de yurda dönerek İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yükseköğrenimini sürdürüyor ve 1948’de mezun oluyor. Sonrası bitmek bilmeyen çalışma mesaisi...
Bir gün bir hocamız 'Siz hiç askeri müzeye gittiniz mi?' diye sordu. O zaman askeri müze Aya İrini Kilisesi'ndeydi. Ben de oturduğum yerden o bina eski bir Bizans kilisesidir. Apsis kısmında bir tane mozaikle işlenmiş bir haç durur. Altında üç basamak bir çıkıntı var. O, Golgotha tepesini temsil eder dedim. “İşte kültür budur beygir gibi gözelerinin iki yanına muhafaza konmuş gibi sadece önünü görmek değil biraz etrafını görmek, tanımak” dedi. Bana bu cesaret verdi. Sekizinci sınıftaki tarih hocamız Cavit Baysun da bana cesaret vermiştir bu konuda.
Benim matematik hocasıyla şu kadar diyaloğum yoktu. Dünyanın en manasız, en boşuna zaman kaybettiren dersi. Birtakım hesaplar, semboller... Doksan yaşına geldim hala ne işe yaradığını öğrenmiş değilim. Fizik, kimya ile de bir dereceye kadar ilgileniyordum. Matematikten şu kadar hoşlanmadım hep nefret ettim. Türkçe ve tariih hocalarıyla gayet mükemmel yürütüyordum.
Evet. İyi ve kuvvetli eserler veren bir edebiyatçıydı ama hocalık diye bir şey yok. Kitabı açıyor önüne, bir şeyler okuyor. Bir eliyle de sıraya vuruyor gürültü olunca. Bir keresinde arkadaşlardan biri kalktı yanına gitti hocam siz yoruluyorsunuz isterseniz siz pat pat vurun, ben de kitaptan okuyayım dedi. Öğrencilerin maskarası olurdu.
O sırada gayet milliyetçi şiirler yazan Yahya Kemal ile Halit Fahri'nin araları yok. Yahya Kemal iri yarı. Halit Fahri ise sıska. Neredeyse uçacak bir adam. Halit Fahri çıkış kapısının önünde Yahya Kemal ile karşılaşıyor. Yahya Kemal, Halit Fahri'yi yakasından yakalıyor, elinde de baston var. Galatasaray Meydanı'nda iki şair bastonla dövüşüyor. Bütün talebeler orada toplanıyor. Ne yapıyorsun sen diye Yahya Kemal'e bağırıyorlar. Hocayı da icabında dışarıya karşı böyle koruyoruz.
Beş kişilik bir çift kürekli sandalım vardı. Ani bir ricat olur diye onu bile kayda geçirdiler. Savaş yoktu ülkemizde ama bütün evlerin camlarını siyah kartonlar yapıştırılmıştı. Tedbir olarak... Ekmek bile karneyle veriliyor. İlk zamanlar o karnelere adres filan da yazılıyordu. O işi talebeler yapıyordu. Biz Cihangir ve Taksim bölgesinin kayıtlarını tutardık.
O zamana kadar tek bir kişi Osmanlı sanatı, Bizans sanatı hakkında tek bir şey yazmamış. Alaylı birtakım insanlar var tabi. Ben bilhassa bizim memlekette olmayan bu alanda eğitim almak istedim ama bizim üniversitelerde bunların dersi bile yok. Sanat tarihi diye bir ders zaten yok. Kurmaya çalışmışlar, hoca bulamamışlar. Bir arkeoloji bölümü var. Toprakları eşeleyip duruyorlar. Fazla da derin ilmi bir araştırma yok.
Bu iş yurt dışında olur dediler. İstanbul'a Alman Arkeoloji Enstitüsüne görevli olarak gelmiş bir profesör vardı, Göttingen Üniversitesi'nden. Beni Almanya'ya davet etti, asistanı olmam için. Almanya'ya müracat ettim. Bütün tatili pasaport ve vize bekleyerek geçirdik. Nihayet geldi. Yıl 1943.
Evet. Valizler hazırlandı. Rahmetli annem ne bulduysa koymuş valizime, salça bile var. Reçel, şeker, kahve... O zamanlar kahveyi özel izinle alıyorsunuz. Gidip Tekel'in ana merkezinden aldım bir kilo. Üç tane bavulum oldu. Sirkeci Garı'ndan kalkıyor tren. Bulgaristan'a kadar bizim tren gidiyor. Bulgaristan'dan sonra trendeki tek Türk bendim.
Tek kelime almanca bilmiyorum. Almanya'da Berlin'in dışında iyi bir ailenin yanında bir oda tutabildim. Merkezden uzak ama muntazam tren servisi var. Önce biraz Almanca öğreneyim dedim. Kaldığım evin sokağında bir kadından Almanca öğrendim. Öğretmenlikten emekli olduğu için verdiği belge resmi sayılıyordu.
O aileyi de bir arkadaşımın vasıtasıyla buldum. Ana kız birlikte yaşıyorlardı. Baba bir yerlerde sivil memur gibiydi. Arada bir geliyordu eve. Ne iş yaptığını bilmiyordum ama yakasında bir parti rozeti vardı. Sosyalist partisinin ilk üyelerine verdiği rozet. Harbin gidişatını gördükten sonra onu yakasından çıkarıp attı. Politika konuşmazdık ama pek rejimden hoşlanıyor gibi değillerdi.
Bizi Türkiye'ye göndereceklerini zannettik ama olmadı. Son trenle ne kadar ipsiz sapsız varsa onları toplayıp gönderdiler. O zaman meşhur bir dansöz vardı Adalet adında. Barlarda göbek atardı. Hitler'in karşısında göbek attım diye övünürdü. O da onların arasındaydı.
Derken bir gün o tahmin çıktı. Şu durumdakiler tahsillerine devam edebilir, diğerleri askere. Ben Alman değilim. Alman askeri de olamam. Alman bir arkadaş sen durumunu anlatan bir dilekçe yaz Eğitim Bakanlığı'na ver dedi. Gittim, koca bir bina, dört duvar, pencerelerden gökyüzü görünüyor. Ne kat kalmış ne de içinde çalışan.
Arkadaş tekrar sen bu dilekçeyi pulla zarfla posta kutusuna at dedi. Yahu dalga mı geçiyorsun harp zamanı bu postalara kim bakar? On gün sonra bakanlıktan yazı geldi. Bakanlığımızca durumunuz incelenmiş, Berlin Üniversitesi'ne kaydınız yapılması uygun görülmüştür. Durum üniversite rektörülüğüne de yazılmıştır diye. İşte medeni bir memleketle medeni olmayan memleketin farkı. Bana burada hayatımda sahip olmadığım arabanın plakasına ait dört tane ceza geliyor, üstelik normal zamanda. Adamlar benim durumumu incelemişler cevap yazıyorlar savaşın ortasında. Neden biz geride kalıyoruz da o memleketler ileri gidiyor cevabı burada.
Rektörlüğe gittim. Sizin için bakanlıktan emir var diyerek beni okula kaydettiler. Ders programlarını, notları elime verdiler. Sınıfta beş tane talebe var. Slayt göstermelerine imkan yok. Mum ışığında ders yapıyoruz. Elektrik yok.
Bir sömestr okudum. Amerikan, İngiliz uçakları geliyor, bomba sallıyor, sığınaklara iniyoruz. Ben bir gün üniversitedeyken hava saldırısı geldi. Erkek öğrencilerin hepsine miğfer verdiler. Dama çıkacaksınız, yangın bombası atarlarsa söndüreceksiniz dediler.
Bir defa bulaştık bu işe. Anne babama da epey çatanlar olmuş. Onlar da pişman ama yapacak bir şey yok. Posta gidip geliyor ama. Annem her ay tahta kutu içerisinde beş kiloluk yiyecek de gönderiyor. Ama ben de oturduğum aileyle beraber yiyordum. Ayrı dolaba koymuyordum.
Apayrı bir hikayedir o. Bir ay kadar sürdü. Bir İsveç vapuruna bindik. İsveç bitaraf devlet olduğu için denizilerde dolaşmasına izin veriliyor. Birkaç gün İsveç'te kaldık. Benim ev yanmadı. İyi kötü yanımda değiştirecek kıyafetlerim vardı. Ama teknik üniversiteden Kazım Çeçen o gece evinde kalmamıştı. O gece evine bombardıman olmuş. Her şeyi yanmıştı. Bir ayakkabı kutusu vardı elinde. Gömleklerini filan koymuştu. "Benim Almanya'dan yanıma kalan bütün eşyam bu" diyordu.
150 kadar Türk öğrenci vardı gemide. Çanakkale'ye girerken marş söyleyelim dediler. Yaslı gittim şen geldim/ Aç koynunu ben geldim Akdeniz Marşı'nı söyledik. Karaköy'deki yolcu salonu yapılmıştı ama açılmamıştı. Balkonlar pıtrak gibi insan dolu. İnsanlar çocuklarını arıyorlar. Bazıları kayıp tabi. Sekiz kişi yoktu öğrencilerden. Bir daha da çıkmadılar ortaya.Bombardımanlarda ölmüşler. Annem babam bir de arkadaşım gelmişti. Bir tek bavulum vardı. Üç bavulla gittim, bir bavulla döndüm. Diğerlerinin o da yok. Gümrük memuruna gittik "Sizin vizeniz yok" dedi. Temsilcisi olmayan bir memleketin vizesi olur mu? Büyükelçilik kapanmış konsolosluklar kapanmış. Memur Bey ille de vize ücretini ödeyeceksiniz hem de cezalı diyor. Annem hini hacette sıkışırsam diye gömleğimin içine para dikmişti. Kendi paramı ve Kazım'ın parasını onunla ödedim.
Ertesi gün doyasıya kahvaltı yaptım. Babam, "E bakalım! Almanya'ya gittin, diploma almadan geldin. Şimdi ne olacak?" dedi.
Edebiyat fakültesi şimdiki Mimar Sinan'ın yerindeydi. Öğrenci kalem müdürü vardı Muzaffer Bey. O bana "Sizin durumunuzdaki talebeler için bakanlığın tahmini var" dedi. Avrupa'da tahsildeyken yarım bırakıp dönenler ilk imtihanlara girmek şartıyla orada okudukları sayılır. Mayıs sonunda sınavlar başlıyordu. Sınavlara girdim ve geçtim. İstanbul Üniversitesi'ne böylece girmiş oldum.
Sanat tarihi yoktu ama arkeolojiye kaydoldum. Benden başka kimse yoktu. Sanat tarihinin bir odası var dediler. Kapısında bir yazı bile yok. İçeride Oktay Aslanapa var. Asitan o da. Viyana'dan hoca varmış, onun derslerini tercüme edermiş. Aslanapa da tarih mezunu.
Arkeoloji müzesine gittim. Müze Müdürü Aziz Ogan'ı biraz tanırdım. Bizde kadro yok, Topkapı Sarayı'na gidin belki onlar alırlar dedi. Baktım bu işlerde pek ümit yok tekrar üniversiteye geldim. Dekanlık merdiveninde felsefe hocası ile karşılaştım. Müzelerde iş arıyorum deyince senin müzede ne işin var. Gel burada asistanlık yap dedi. Arkeoloji profesörü Arif Bey de başından beri beni tutuyordu. Prof. Dr. Schweinfurth'un asistanı olarak akademik hayatım başladı.
Üniversitede her gösterilen limit içinde akademik çalışmalar yaptım. Side kazılarına gittim Arif Beyle birlikte. Oradaki Bizans eserlerine dair lisans tezimi yaptım. Bir tafatan da Bizans derslerini Türkçeye tercüme ettim. Kendim de araştırma yapıyordum. Makalelerim bazı yerlerde çıkmaya başlamıştı. Sıra doktoraya geldi. Tez konusu buldum. O da oldu. Üniversitenin bütün aşamalarını zamanında yaparak geçtim. Şimdi görüyorum ki jet hızıyla doktor doçent unvanı alıp bütün kademeleri atlıyorlar. Ben anlamıyorum. Ya zekaları benden daha üstün veyahut bilgileri benim erişemeyeceğim derecede. Hepsini takdir etmek lazım. Ben çoktan miadımı doldurdum.
Gelenler var, gelmeyenler var. Aldırmayanlar var. Bana saygı gösterene amenna. Göstermeyenin de herhalde peşinden koşacak değilim.