ABD'de 1977 yılının yaz aylarında yayınlanan David Frost-Richard Nixon söyleşileri, Amerikan televizyon tarihinde bir haber programına en çok izleyici çeken program olmuştu. Dört akşam üst üste yayınlanan bu söyleşi serisini 45 milyondan fazla insan seyretti.
Bu dört bölümlük program sonradan televizyonculuk dünyasında bir efsaneye dönüşmekle kalmadı, aynı zamanda beyazcamda icrâ edilen “söyleşi sanatı”nda da bir devrimin yaşanmasına vesile oldu. Söz konusu yayından sonra ABD'de politika ve politikacılara yönelik genel algı kökten değişirken, eski başkanın yaptığı bir itiraf ise bütün dünyayı şaşkına çeviriyordu. Büyük bir ihtimalle kamera önünde aşırı sıkıştırılmanın getirdiği bu itirafa sonradan Nixon'ın kendisi bile şaşırmıştı.
Filmde, yalnızca milyonlarca izleyiciyi ekran başına kilitleyen o ünlü röportaj serisine yer verilmekle yetinilmemiş; aynı zamanda bu röportajların perde arkası manevraları, taraflar arasında haftalarca devam eden müzakere süreçleri de beyazperdeye ustalıkla yansıtılıyor.
Kameralar çalışmaya başladığında, Frost ile Nixon arasında müthiş bir zekâ savaşı başladı. Ülkenin siyasal tarihindeki en büyük rezaletlerden biri olarak kabul edilen “Watergate Skandalı”ndaki rolüyle ilgili soruları Nixon savuşturabilecek miydi? Peki, Frost gibi genç bir yayıncı, kendi kuşağının en yetenekli, en kaşarlanmış, en kurt ve en kurnaz politikacılarından birinin hesap vermesini sağlayabilecek, onu cesurca eleştirebilecek miydi?
Nixon'ın ekibinde en önemli rolü, kurmay heyetinin başkanı Yarbay Jack Brennan oynuyordu. Filmde aktör Kevin Bacon'un canlandırdığı Yarbay Brennan, söyleşilerde uygulanacak strateji konusunda Nixon'a rehberlik yaptı.
Buna karşılık, 37'nci Amerikan Başkanı'ndan hesap sormaya hazırlanan Frost'un ekibinde de birbirinden zeki iki danışman vardı. Bunlardan birisi, söyleşilerin editörlüğünü üstlenen deneyimli gazeteci Bob Zelnick (Oliver Platt), diğeri ise Nixon'a muhalif yapısıyla tanınan yazar ve öğretim görevlisi James Reston (Sam Rockwell)'dı.
Her ikisi de, Frost'un uyguladığı stratejinin mimarı olurken, Nixon'ın gerçek yüzünün teşhir edilmesi için ne gerekiyorsa yaptılar. Hazırlanan stratejide Frost'un görevleri ise, söyleşi dizilerinin yayın haklarını satmak, televizyon kurumuyla anlaşmak ve soracağı sorular üzerinde çalışmak oldu.
Yalnızca bu hafta sonunda gösterime girenler arasında değil, Amerikan sinemasının son yıllarda çektiği en iyi filmlerinden de biri olarak göz dolduran böylesi bir başyapıtın, “Sahtekâr”, “Gurur ve Zafer”, Operasyon Valkyrie” gibi her biri kendi türünde gayet ağır örnekler oluşturan kimi önemli yapımlarla gişede yarışacağı bir hafta sonunda gösterime çıkması, belki de tek talihsizliği… Ancak, yakın tarihe ışık tutan kaliteli politik dramalardan hoşlananlar, bu müthiş gösteriye tanık olmak için yine de ne yapıp edip özel bir zaman dilimi ayırmayı ihmal etmesinler.
“İtinayla intikam alma” konusunda psikopatlık düzeyinde takıntı sahibi iki karakterin traji-komik öyküsünü anlatan “Kirpi” filmi, televizyon dünyası için “Süper Baba”, “İkinci Bahar”, “Alacakaranlık”, “Yabancı Damat” ve “Kiracı” gibi ses getirmiş eserlere imza atan rahmetli yazar Sulhi Dölek'in, 1996 Büyük Edebiyat Ödülü'nün sahibi olan aynı adlı kitabından yola çıkılarak çekildi. Herşey, Sulhi Dölek'in, ölümünden önce bir gün yönetmen dostu Erdal Murat Aktaş'a “Bana söz verin ve alın bu kitaptan bir film yapın” demesiyle başlamış. Dölek Kasım-2005'de aramızdan ayrıldı; ancak sinemacı arkadaşları ona verdikleri bu sözü hiç unutmamışlar.
Merhum yazarın beyazperdeye aktarılan ilk öyküsü olan “Kirpi”, birbirlerinden intikam almak için her yolu deneyen iki inatçı düşmanın, oldukça masum başlayan çekişmelerinin giderek çığırından çıkması ve ülke çapında bir kargaşaya yol açmasını kara komedi diliyle anlatıyor. Filmin kahramanları arasında ilk aşamada basit bir didişme olarak başlayan olaylar, sonrasında ise karşılıklı misillemelerle bir çığ gibi büyüyerek, yalnızca bu ikilinin değil, çevrelerindeki herkesin başını belaya sokan büyük bir hesaplaşmaya dönüşmekte…
Mazhar Alanson ve Güven Kıraç'ın ilk kez bir araya geldiği film, “İntikam, soğuk yenen bir yemektir” sözünün ahlâkî haklılığını kendi meşrebince sorgulayan, bir bütün olarak çok başarılı olmasa bile yer yer eğlendirici ve düşündürücü olabilen orta hâlli bir kara komedi örneği. Yeni Türk komedi sinemasının dili ve anlatım tarzını sevenlerin hoşlanmaması için hiç bir neden yok. Usta oyuncu Güven Kıraç her zamanki kıvamı ve tadında; Mazhar Alanson gibi -sinema kameralarının, yüzünü ilk keşfettikleri günden bu yana çok sevdiği- kendine münhasır bir sanatçıdan, sıkı bir motivasyonla “oyun” anlamında çok daha yüksek verim alınabilirdi sanki…
Mart-1928, Los Angeles… Bir şirkette telefon operatörü olarak çalışan Christine Collins (Angelina Jolie) o cumartesi sabahı dokuz yaşındaki oğlu Walter ile vedâlaşıp her zamanki gibi işine gider. Dul anne akşam evine döndüğünde Walter'in ortadan kaybolduğunu panik içinde fark edecektir. Polis yoğun bir arama çalışması başlatır. Fakat, küçük çocuk ardında hiç bir iz bırakmadan kayıplara karışmıştır. .
Aradan beş ay geçtikten sonra, Emniyet Müdürlüğü'nden -görünüşte- sevindirici bir haber gelir. Christine'in oğlu olduğunu iddia eden bir çocuk bulunmuştur. Kamuoyu önünde itibarını kurtarmak isteyen polis yetkilileri, anne ile oğlunun kavuşmasını bir gövde gösterisine dönüştürürler. Yüzlerce polis, gazeteci ve fotoğrafçı arasında âdeta serseme dönen Christine, kendisine binbir tantana eşliğinde sunulan bu çocuğu kabul edip evine almaya iknâ olur. Ancak, kahramanımız büyük bir baskı altında evine getirdiği bu küçük oğlanın aslında kendi oğlu olmadığını yüreğinin derinliklerinde çok iyi bilmektedir. Oğlunun gizemli bir şekilde kayboluşunun araştırılması için yetkilileri biraz daha zorlayınca, Los Angeles'ta o dönemde geçerli olan yasakların, güçsüz insanların mevcut sisteme meydan okumasına izin vermediğini; özellikle de kadınların hiç ciddiye alınmadığını ve devlet temsilcilerinden hesap sormaya hakları bulunmadığını tecrübe ederek öğrenir. Devlet güçlerinin soğukluğu karşısında çaresiz kalan Christine, aradığı insancıl desteği aktivist rahip Briegleb'de (John Malkovich) bulacaktır. Rahip Briegleb oğlunu bulma mücadelesinde Christine'e yardımcı olmak üzere elinden geleni yapar.
Öte yandan, cevapsız bırakılan sorulardan bunalmış durumdaki genç kadının, kendisinin akıl sağlığını bile sorgulamaya başlayan polise karşı direnişi de oldukça zorlu geçer. Fakat o inatla aradığı cevapları bulmak için her şeyi yapmaya hazırdır. Oğlunu aramasını sürdürürken, Los Angeles'ı yozlaşmış bir polis kentine dönüştüren resmî yetkililerce sistematik biçimde aşağılanan, en ufak bir itirazlarında itilip kakılan ve akıl hastanelerinde vücutlarına elektrik verilen yoksul insanların kahramanı hâline gelir. Kadınlara eşit haklar verilmeyen bir dönemde, bu yoksul fakat yürekli kadının mücadelesi oğlunu bulmadan kesinlikle sona ermeyecektir.
Hem biçimsel kalitesi, hem de dokunaklı öyküsüyle bu hafta sonunda “Frost / Nixon” ile birlikte çağdaş Amerikan sinemasından gelen ikinci klas yapıt… Polislik ve kovboylukla geçen bir 30 yıldan sonra, Hollywood'da 1990'lardan itibaren yönetmen olarak da son derece saygın bir konum elde eden Clint Eastwood sinemasının zirve noktalarından biri. Özellikle de başarılı bir sanat yönetimiyle bezenmiş dönem filmlerine meraklı olanlar tarafından mutlaka görülmeli…
New York Emniyet Müdürlüğü'ne bağlı 4 polis tuzağa düşürülerek öldürülünce bütün teşkilât alarma geçer. Sokaklarda serbestçe dolaşan bir polis katilinin varlığı, başta polis câmiası olmak üzere, kentteki herkesi alabildiğine huzursuz etmiştir. Kamuoyunun gözü bu dâvâya çevrilmişken, Manhattan Polis Şefi Francis Tierney (Jon Voight) dedektif oğlu Ray Tierney'den (Edward Norton) soruşturmayı yürütmesini ister. Ray, yitirilen polislerin, ağabeyi Francis Tierney (Noah Emmerich) ve kayınbiraderi Jimmy Egan'la (Colin Farrell) omuz omuza çalıştıklarını bildiği için dâvâyı isteksizce kabul eder.
Olay, ilk anda, işlerin trajik boyutlarda ters gittiği rutin bir uyuşturucu baskını gibi görünse de, Ray soruşturmada derinlere indikçe, birilerinin uyuşturucu tacirlerini “polislerin o mekâna baskın yapacağı” konusunda uyarmış olduğunu fark eder. Bunu da teşkilatın içinden biri yapmış olmalıdır. Daha da kötüsü, sabırla topladığı kimi ipuçları kahramanımıza olabilecek en trajik yönü işaret etmektedir: Kardeşi ve kayınbiraderini…
Kuşku yüklü sorular ardı ardına dizilmeye başladıkça, bu soruşturma Ray'i ailesine sadâkat ile teşkilâtına sadâkat arasında bir ahlâkî seçim yapmaya zorlayacaktır.
“Poliste yozlaşma” olgusunu ele alan özeleştiri dozu yüksek dramalar, Amerikan sinemasının her zaman için en iddialı olduğu alt-türlerden biri ve “Serpico”dan “İlk Gün”e, “Los Angeles Sırları”ndan “Güçlüler Bölgesi”ne uzanan parlak bir seri boyunca, bugüne kadar söz konusu türde pek çok önemli çalışma izledik. O yüzdendir ki benzer bir ana temanın izinden giden “Zafer ve Gurur”, iyi niyetli bir öyküden yola çıkmasına karşılık izleyiciyi öyle çok da sarsabilen bir filme dönüşemiyor. Usta işi oyunculuklarıyla yine de belli ölçüde göz dolduran bu eli yüzü düzgün polisiye, fazlaca yüksek beklentilere girmeden, hoşça vakit geçirmek ve polis teşkilâtının yozlaşmaya açık yapısı üzerine bir kez daha düşünmek için izlenebilir.
Albay Claus Von Stauffenberg (Tom Cruise) onuruna düşkün ve ülkesine tek kelimeyle âşık bir subaydır. İkinci Dünya Savaşı sırasında diktatör Adolf Hitler'in yaptıklarını desteklemese de diğer bir çok meslektaşı gibi yaşanan vahşete ve acılara çaresizce tanık olmak zorunda kalmıştır. Almanya ve onunla birlikte de bütün Avrupa yok oluşun eşiğine gelmeden önce, birilerinin Hitler'i durdurmasını dilemektedir.
Böyle bir mucizenin dışarıdan bir müdahaleyle gerçekleşmeyeceğini fark edince de ilk olarak kendisi öne atılmaya karar verir ve Hitler karşıtı sivil bir grup olan “Alman Direniş Örgütü”ne katılır. Kahramanımız, Hitler'e duyduğu nefret ve ülkesine duyduğu sevgiyle, eşi ile çocuğunun hayatı pahasına da olsa Almanya'yı kanlı bir savaşa sürükleyen bu egzantrik adamı bizzat öldürmek üzere harekete geçecektir.
“Operasyon Valkyrie”, özellikle gösterişli sanat yönetimiyle ilgiyi hak eden bir tarihsel drama. “Olağan Şüpheliler” ve “X-Men” gibi filmleriyle dünyanın her köşesinde büyük bir hayran kitlesi edinen Bryan Singer'in yönettiği bu iddialı film, İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanmış gerçek bir öyküden beyazperdeye uyarlandı. Tom Cruise'un oyunculuğunu seviyorsanız ve henüz Hitler Almanya'sına sövüp sayan Nazi'li, gamalı haçlı, toplama kamplı filmlerden ikrah etmediyseniz, bunu da afiyetle hafızanıza indirebilirsiniz.
Prenses Lissi ve İmparator Franz, zengin ve kudretli ülkelerinde tam anlamıyla muhteşem bir hayat sürmektedirler. Birbirlerini deliler gibi seven çiftin mutlulukları halk arasında da dillere destan olmuştur. Ülke, bu sevimli ikilinin yönetiminde uzun süre boyunca huzurlu bir dönem geçirir. Ta ki masmavi bir gökyüzüne sahip o muhteşem topraklar, güzeller güzeli prenses Lissi kaçırıldığında gri bulutlarla kaplanana kadar…
Yapılan araştırma sonucunda, Prenses'i Kar Adamı Yeti'nin kaçırdığı anlaşılır. Küçük hayvanların baş belası olan bu çirkin, kıllı, şişko ve ukalâ yaratık, Şeytan'la girdiği pazarlık sonucunda, kendi hayatını kurtarabilmek için ona çevresinde bulduğu en güzel kadını götürüp teslim etmek zorundadır. Fakat korkusuz kral Franz, hayatının ışığı olan güzel prensesini Yeti'ye asla yâr etmeye niyetli değildir.
Alman yönetmen Micheal “Bully” Herbig, 19'uncu yüzyılda gerçekten yaşamış bir tarihsel kişilik konumundaki Avusturya İmparatoru Franz Joseph ile büyük bir aşkla bağlandığı Bavyeralı bir genç kız olan Prenses Sissi'nin evliliğini masalsı bir animasyon komedi filmine dönüştürmüş. Muhteşem renkleri, gerçek bir orkestra tarafından yorumlanan güzel müzikleri ve kaliteli Türkçe seslendirmesiyle, hem miniklerin hem de ebeveynlerin keyifle izleyebilecekleri üst düzey bir animasyon film…