|

Nefis terbiyesi sanatla desteklenmeli

Nefsi terbiye süreci, sanat eğitimiyle desteklenirse bu yolda ilerlemenin daha kolay olacağını ifade eden, Hattat Prof. Dr. Fatih Özkafa, “Talebe her ‘Oldum’ deyişinde, hocasından bir ikaz geliyor. Bu da insanı tevazuya götürüyor, kibirden korunmasını sağlıyor” açıklamasını yapıyor.

Latife Beyza Turgut
04:00 - 2/04/2023 Pazar
Güncelleme: 05:00 - 2/04/2023 Pazar
Yeni Şafak
Ramazan' has sergiler Medresetü’l Hattatîn ile başladı.
Ramazan' has sergiler Medresetü’l Hattatîn ile başladı.

İnancın estetiği hat sanatı, Kur’an-ı Kerim nazil olmasından kısa bir süre sonra gösterilen saygı gereği her sonraki nesilde daha da ileri bir estetik seviye ile yazmaya gayret ediliyor. Osmanlı asırları içerisinde ise apayrı bir üslup ve kutsiyet kazanıyor. Şüphesiz bir Kur’an ayı olan Ramazan ayında özellikle Medresetü’l Hattatîn’in başlattığı sergileme geleneği ile bir kez daha sanat boyutu çarpıcı bir biçimde gözler önüne seriliyor. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Türk İslam Sanatları Tarihi Öğretim Üyesi, Hattat Prof. Dr. Fatih Özkafa ile yakın zamanda okuyucu ile buluşan “Hat Sanatı” kitabı üzerinden hat sanatının pek çok ayrıntısını, felsefesini, tekniğini, tarihçesini ve ustalarını konuştuk.

* Kur’an-ı Kerim, önce ezberlendi sonra yazıya alındı. Başta bu yazma eylemi inen ayet-i kerimeleri yalnızca kayda almak gayesinde iken bu eylemin bir sanata dönüşmesi nasıl gerçekleşti?

Kur’an-ı Kerim nazil olmaya başladıktan sonra önce iptidai şekillerde kaydediliyor. Herhangi bir sanat kaygısı gözetilmiyor. O zamanki şartlarda tabiri caizse ilkel malzemelere kaydediliyor. Yazının seviyesi de estetik bir özellik arz etmiyor. Vahyi kayda alanlara ise, basit manada yazmak anlamında gelen “kitabet” kelimesinden türetilmiş “kâtip” sıfatı kullanılıyor. Fakat daha sonra Kur’an-ı Kerim tedvin edilip, kitap haline getirilince artık bir Mushaf karşımıza çıkmış oluyor. Kur’an’ın daha güzel bir şekilde yazılması için yapılan her türlü gayret orada artık kitabetin ötesinde bir hal alıyor. Sanat devreye giriyor. O yüzden bu Mushaf haline getirildikten sonra artık, vahiy katipleri de farklı isimlerle adlandırılıyor. Örneğin, “varak” kelimesinden türetilerek “verrak” kullanılıyor veya “yazan” anlamında “muharrir” kelimesi kullanılıyor. Birkaç asır sonra ise Arapça güzel ve estetiği olan bir çizgiden türemiş olan “hat” ve onu sürekli yapan kişi manasında “hattat” deniliyor. Kur’an-ı Kerim’e gösterilen saygı gereği her sonraki nesilde daha da ileri bir estetik seviye ile yazmaya gayret ediliyor. Böylelikle ortaya bir hat sanatının çıkmasına vesile oluyorlar.

* Öyleyse ilk hattatların tek gayesi Mushaf yazmak. Çok uzun bir süre, belki matbu Kur’an yaygınlaşana kadar bu gaye devam ediyor. Peki sonrası?

Osmanlı’nın son dönemine kadar hattatlar, neredeyse istisnasız Mushaf yazmışlar veya yazma niyetinde olmuşlar. Kimi tamamlayamamış ama kimisi 400 kadar Mushaf yazmış. Hatta, tespit edilen 106 tane Mushaf yazmış olan Burdurlu Kâyışzade Hâfız Osman Nuri Efendi, Türkiye’de ve hatta İslam dünyasında en çok Mushaf’ı basılan hattat. Gerek ayet berkenar oluşu gerek yazısının çok estetik ve akıcı oluşu sebepleriyle onun yazmış olduğu Mushaflar çok basılmış. O devirde böyle bir iş, bir hattatın en aşağı birkaç yılını alıyor. Şimdi, modern zamanlarda ise bir-iki yılda yazılması mümkün değil. Bir hattat sanıyorum dört yıldan önce bir Mushaf’ı bitiremez. O da bütün mesaisini bu işe tahsis ederse… Keşke yazılsa bilgisayardan çok daha güzel ve estetik Mushaflar yazılabilir. Ama tezhib ve cildi ile birlikte en az 7-8 senelik bir serüven. Buna kaç kişi tahammül eder? Külfetini kaç kişi karşılar? Geçmişte her hatırlı, zengin kişi kendisine bir Mushaf yazdırıyordu. Böyle olunca da hattatlar Mushaf yazmaktan uzak kalmıyordu. Sonuçta bu toplumsal bir görgüdür. İnsanın önce o esere sahip olması değil de sahip olacak bir tıynete ulaşması gerekiyor. O görgü çok önemli.

Hattat Prof. Dr. Fatih Özkafa.

TEMEŞŞUK TASAVVUFİ BİR TERBİYE GİBİDİR

* Siz de hattatsınız, sizin böyle bir çalışmanız var mı?

Müstakil değil ama dahil olduğumuz bir Mushaf projesi olmuştu. Geçmiş yıllarda Birleşik Arap Emirlikleri’nin Dubai’deki Kültür Bakanlığı’nca yürüttüğü bir projeydi. Bundan 4-5 yıl önce bitti. Her yıl, farklı İslam ülkelerinden 30 farklı hattat, Dubai’de buluşuyor ve her birimiz bir cüz tamamlayarak Kur’an-ı Kerim’i tamamlamış oluyorduk. Ramazan ayına özel bu proje 9 yıl boyunca peş peşe yapıldı. Ben de 6 sene projeye katıldım. Proje için her hattata aynı kâğıt ve aynı malzemeler veriliyor, standart ölçülerde ve aynı tarzda yazılması isteniyordu. Yine de hattattan hattata bir üslup farklı oluyor ama yazının kaidesi ölçüsü, aynı olduğu için bir hattat olmayan kişi bu üslup farklarını zor fark edebilir.

* Hat sanatında üslup da elbette zamanla oturuyor. Bu nedenle bir sanat olarak nefsi terbiye ve insan-ı kâmil olma yolunda hat sanatının da bir rolü var değil mi?

Sanat eğitimi uzun soluklu bir serüven. Talebe, her “oldum” deyişinde hocasından bir ikaz geliyor. Henüz eksiklikleri olduğuna dair uyarılar alıyor. Bu da insanı ister istemez tevazuya götürüyor, kibirden korunmasını sağlıyor. Üstelik bu sanatta içerik olarak da ayet-i kerimeler, hadis-i şerifler, kelam-ı kibarlar ve hikmetli sözler, olduğu için bunların kişinin hayatı ile örtüşmesi de bekleniyor. Tabi yüzde yüz muvaffak olunur mu, onu bilemeyiz ama en azından böyle bir çaba içerisinde olmamız lazım. Aksi halde hattat yapmadığı şeyleri yazmış oluyor. Ayrıca hat sanatında nefis terbiyesi, ahlak gibi konularda hocanın da talebesine iyi bir örnek olması lazım. Örnek olması lazım ki talebe hocasına bakarak kendine çekidüzen versin. Dolayısıyla bir tasavvufi terbiye sistemi gibidir hat sanatındaki temeşşuk dönemi.

MEDRESETÜ’L HATTATÎN’DE ÖZEL BİR EĞİTİM VAR

* Kitabınızda da bahsettiğiniz bir husus bu terbiye süreci kimi tasavvuf kurumlarında sanat eğitimi ile destekleniyor değil mi?

Bu çetin terbiye süreci sanat eğitimi ile de desteklenirse bu yolda ilerlemek daha kolay olacaktır. Sanatın bu imtiyazından bazı tasavvuf kurumları diğerlerine nispetle daha çok istifade etmiştir. Başka tarikatlarda da bunu görüyoruz ama tekkelerin tarihinde sanatla en çok ilgilenen tarikat Mevlevilik diyebiliriz. Bu dergâhlarda hem semâ öğretiliyor hem musiki hem de hüsn-i hat. Hatta kuyumculuk, çilingirlik, saat tamirciliğine ve kalem-traşçılığa varıncaya kadar pek çok ince sanat da burada dervişlere gösteriliyor. Bunlar hem o dervişlerin geçimini idame için öğretiliyor, onlara meslek sağlanmış oluyor hem de dervişleri ince işler için terbiye ediyor. Dervişler, el ve göz becerilerini geliştirirken bir yandan ruhlarını da inceltiyor. 1925’te tekkeler kapatılınca o fonksiyon artık icra edilemiyor. Hattatların faaliyetleri de resmiyetten biraz daha özele kaymış oluyor.

* Tekkelerin kapatılmasından on sene kadar önce hüsn-i hat eğitimine alternatif olarak bir de Medresetü’l Hattatîn’in açılması söz konusu değil mi?

Medresetü’l Hattatîn 1915 yılında hüsn-i hat eğitiminin yüksek okul seviyesinde ve ilmi yöntemlere göre verilmesi için kurulmuş. Ders veren hocalar her sahada o devrin en büyük üstadlarıydı. Sülüs hocası ayrı, talik hocası ayrı, cilt hocası ayrıydı. Buradan önemli sanatkârlar yetişti. Bunlardan biri de Mustafa Halim Özyazıcı’dır. Medresetü’l Hattatîn’den yetişerek hakikaten hat sanatının en önemli isimlerinden oldu. Keza Süheyl Ünver’in de bir Medresetü’l Hattatîn geçmişi var. Pek çok isim sayabiliriz. Buradaki mevzuat diğer yüksek okul ve fakültelerden farklıydı. Bu mevzuata bakıldığında özel bir eğitim olduğu bariz. Açıldığı dönemler, müfredatı, sınav şekli, devam kuralları… Bunların hepsi birtakım istisnalara bağlanmış, Medresetü’l Hattatîn’de güzel bir sistem oluşturulmuş. Örneğin okul, Ramazan ayı boyunca tatil ediliyor ve bir yıl boyunca ortaya çıkan eserlerden, yönetim kurulunca takdir edilenler Ramazan ayı boyunca sergileniyor. Daha öncesinde çok sergi geleneği yok. Bu nedenle okulun sergiyi hat sanatının gündemine taşımasında bir önemi var. Sergide eserleri olan isimler arasında Halim Efendi var, Süheyl Ünver var. Ne yazık ki diğer birçok ismin sadece Medresetü’l Hattatîn’de öğrenci olarak kaydı gözüküyor. 1921 yılında okulun adı “Hattat Mektebi” olarak değiştiriliyor. 1921-1931 yılları arasında kapalı kalıyor. Daha sonra üniversite reformu ile 1936 yılında Güzel Sanatlar Akademisi bünyesinde “Türk Tezyinî Sanatlar Bölümü” olarak eğitim veriyor. Güzel Sanatlar Akademisi bünyesinde olunca başka bölümler de devreye giriyor. Tüm bunlar içerisinde hat ve diğer İslami sanatlar, o devrin bir gereği olarak bu sanatlar tamamen pasifize ediliyor. Örneğin az önce bahsettiğimiz devrin büyük hattatlarından Mustafa Halim Özyazıcı, Tepebağ semtinde 20 dönümlük bir arazi satın alarak bağcılık yapmaya başlıyor.

Medeniyetin kendine has üslubu olmalı

* Pek çok sanat dalında olduğu gibi hat sanatında da bir Türk-Osmanlı usulünden söz konusu. Nasıl ortaya çıkmış?

Hat sanatında Sultan II. Bayezid dönemine gelinceye kadar Abbasi devrinin hattatlarının üslubu baskın idi. En son Yâkut el-Musta’sımî’nin. II. Bayezid kendisi de hat eğitimi alan bir padişah olduğundan bu işten anlıyor. Hocası Şeyh Hamdullah’a Yâkut el-Musta’sımî’nin Topkapı Sarayı arşivinde bulunan örnekleri gösteriyor ve yeni bir üslup oluşturulabilir mi teklifinde bulunuyor. Çünkü Osmanlı artık İstanbul’u fethetmiş, cihan hâkimi bir devlet olmuş. O gün Müslümanların en güçlü devleti konumunda, “Sanatta neden bir Osmanlı üslubu olmasın” sorusu peşinde. Bir medeniyetten söz edeceksek, onun mutlaka sanatta da baskın olması gerekiyor. Hem mimari de hem sanatta hem siyasette hem ekonomide kendine has birtakım üslupları, yöntemleri olmalı. Başkasından aldığınız zaman ona olan bağlılığı devam ediyor. Kendisi özgün bir şey kuramıyor. Şeyh bu teklif üzerine çileye çekiliyor ve oradan yepyeni bir üslupla çıkıyor. Bu üslup çok benimseniyor kendisinden sonra gelen hattatların, Ahmed Karahisarî’yi saymazsak tamamı Şeyh’in açmış olduğu üsluptan ilerliyor. İkinci Şeyh diyebileceğimiz, Hâfız Osman da Ahmet Karahisarî’den sonra o üslubu daha da ihya ediyor.

* İlk hilye-i şerifler de Hâfız Osman’ın eserleri değil mi?

Hilye ile ilgili metinler zaten halihazırda kayıtlarda mevcut. Manzum olarak da mensur olarak da Efendimizin (sav)özelliklerini anlatan çok sayıda hilye yazılmış. İçlerinde en meşhurlarından olan ve Hz. Ali’ye dayanan Efendimizi (sav)kısa, öz ve net bir şekilde tarif eden metni Hâfız Osman, iki tane kıtayı birleştirerek yazmış. Çok beğenilmiş ve sonrasında tüm hattatlar bu formda yazmaya başlamış.




#Ramazan
#Kur'an-ı Kerim
#Hat
#Fatih Özkafa
1 yıl önce