|

Sanal Kütüphane’de herkesten bir iz var

Çöpe atılmaya hazır disklerden, unutulmaya yüz tutmuş idea ve mitlerden geleceğe bir köprü kurarak “Sanal Kütüphane” sergisini sanatseverlerle buluşturan Engin Beyaz, “İşin özünde bu sergi sadece benim hikayem değil, izleyicilerin her biri kendine has, kendi için bir şeyler bulabiliyor” diyor.

Latife Beyza Turgut
01:00 - 23/01/2022 Pazar
Güncelleme: 01:54 - 21/01/2022 Cuma
Yeni Şafak
 “Sanal Kütüphane” sergisi
“Sanal Kütüphane” sergisi

Basit gibi görünen işleri, hayatın ince yerlerine dokunarak toplumda farkındalık yaratma çabası içinde olan sanatçı Engin Beyaz’ı, geçmişin kütüphanelerini güncel sanal kütüphanelerle, geçmiş ideaları güncel idealarla örtüştürdüğü, geçmişin mitleriyle güncel mitler arasında köprüler kurduğu sergisi “Sanal Kütüphane” ile Galeri Diani’de ziyaret ettik.

Zoran Zivkovic’in “Kitaplar kadınlara (insanlara) kadınlar şehirlere benzer onlar aslında boştur biz onları zamanla tanıdıkça ve yaşadıkça, okudukça doldururuz” satırlarından etkilenerek hazırladığı enstalasyon ile ilgili “Aralarında çok minik pek çok mesaj var ama işin özünde bu sergi sadece benim hikayem değil. İzleyicilerin, gelen ziyaretçilerin her biri kendine has, kendi için bir şeyler bulabiliyor” diyor.

- Şu an üzerinde konuştuğumuz sergi, tuvaleden öte bir enstalasyona çalıyor. Bu tarz işlerle mi başladınız, ilk eseriniz neydi?

Henüz öğrenciyken üç kişisel sergim oldu ve anlatmak istediğim şeylerde tuval resmi, hiçbir zaman bana yetmiyordu. Bu nedenle tuvalin dışına çıkma kaygısı hep bende vardı. Öğrencilik dönemimde iyi okumalar yaptığımı düşünüyorum. Modernizm ve postmodernizm üzerine oldukça kafa yormuşluğum vardı. Bu anlamda sanatçı Marcel Duchamp ve onun resmi; pentürden, renkten, tuvalden çok düşüncelerle uğraşma kaygısı, beni çok etkilemiştir. Muhtemelen bu etkilenmeler ve okumalarım beni tuvalin dışına itti.

Ayrıca, İstanbul’a gelmeden galerilere karşı bir antipatim vardı. Bulunduğum çevreden kaynaklı sanırım. Benim çevremde kimse resme sanata öyle ilgili, yakın değildi. Bu yüzden ben sanatın herkese ulaşması taraftarıyım. Öğrencilik döneminde açtığım üç kişisel sergi de halkın yoğun olarak kullandığı mekanlardaydı. Bir tanesi merkez, büyük bahçede 60 kilo kağıtla oluşturduğum bir enstalasyondu. Kağıt adamlar, kuşlar, masa, sandalye bir sürü dizayn içeriyordu. Ardından çok yoğun olan bir kafenin girişini bir galeriymiş gibi tasarlayarak bir enstalasyon yapmıştım. İnsanların beklemediği yerlerde bir şaşırtmaca ile karşılaştırmak istedim. Çünkü ben her şeyin ya sanat eseri ya da sanata dair olduğunu düşünüyorum. Belki de çalışmaların da bu düşüncemin yansımaları.

HAYATIN TAMAMI SANATTIR

-
“Engin Beyaz bulunduğu ortama, toplumsal açmazlara kendine özgü bakışıyla sanat üretme çabasında olan bir sanatçı” diye nitelendiriliyorsunuz. Bunun nedeni nedir?

Aslında bu toplumu anlama ve anlatma çabası çok daha önceye dayanıyor. Mesela öğrencilik yıllarımda Türk toplumunun galeriye gitmediğini, sevmediğini fark etmiştim. Sanata zaten şartlı bakan bir kitle var, dolayısıyla bu insanlar sanatla buluşmuyorsa ben onlara nasıl gidebilirim kaygısıyla üretmeye çalıştım. Onlar galeriye gelmek istemiyorsa ben onların olduğu yere gidip sanatımı sergiliyorum. Ne kadar başarılı oldum bilinmez ama şunu iddia edebilirim, Sivas’ta öğrencilik döneminde yaptığım sergi muhtemelen Sivas’ın tarihinde en çok gezilen sergisidir. Çünkü yüzlerce insan bu sergiyi gördü. Hatta şunu da gözlemledim: Bazı insanlar, bakıyordu; şaşırıp yolunu değiştiriyor ardından aklına bir şey takılıp dönüp yeniden inceliyorlardı. Hayatın tamamı sanattır ve herkes sanata dahildir. Ben bu kanıdayım. Ama önemli olan bu bakışı bu anlayışı insanlara sunabilmek.

* Siz üretici olarak sanatta varsınız, biz izleyici olarak aslında bu bir bütün…

Kesinlikle. Sanat galerisinde izleyici ile buluşmayan eserlerin mesajlarını iletmesi çok sınırlı oluyor. Bir şeye sanat eseri diyebilmemiz için önemli olan üç sacayağı var; sanat eserinin kendi varlığı, izleyen ve alan. Burada almaktan kasıt maddi bir anlam değil, bakarak da üzerine düşünerek de ondan bir şeyler alırsınız. Bu üç sacayağından biri olmadığında eksik olduğunu ve üretilenin sanat eseri olmadığını düşünüyorum.

BAŞKA ZAMAN KÜTÜPHANELERİ

- “Sanat Kütüphane” neyi temsil ediyor?

Bu kitap serisi yine süreç içerisindeki okumalarımın ve gözlemlemelerimin sonucu.

Bir elektronikçide eski ve çöpe atılmak üzere olan yüzlerce disketi görüp satın aldım. Bu disketlerin üzerinde küçük metal bir parça vardır. Onlara yakından baktığımda mini bir kitap olarak gördüm ve bu fikir beni tetikledi. Bunun dışında Sırp edebiyatının önde gelen yazarlarından Zoran Zivkovic’in “Başka Zaman Kütüphaneleri” adlı fantastik kitabı beni çok etkiledi. Ayrıca yerli değerlerimiz; Cemil Meriç ve geleneksel minyatür sanatının beni bu eserler için beslediğini düşünüyorum. Bu sergide de yer alan ve Babil efsanesine gönderme yaparak, güncelleştirdiğim ve korona ile bağlantı kurarak oluşturduğum bir iş “Babil”. Onun dışında sergide yer alan tüm mini kitaplar toplu bir hikayeye dahil. Burada da estetik bir kaygı var, yatak dikey, sık, seyrek… Bir ressam nasıl estetik kaygılarla bir kompozisyon kuruyorsa benim tarzımda bu şekilde. Mini kitapları kompozisyona yerleştirirken bir mesaj kuruyorum. Aralarında çok mini mini pek çok mesaj var ama işin özünde bu sergi sadece benim hikayem değil. İzleyicilerin, gelen ziyaretçilerin her biri kendine has, kendi için bir şeyler bulabiliyor.

RÜYALAR ŞEHRİNİN GÖLGELERİ

- İstanbul’a yerleştikten sonra bakış açınızın değiştiğini, “Rüyalar şehri olarak hayal ettiğiniz İstanbul’un gölgelerini gördüğünüzü” söylüyorsunuz. Nedir bu çalışmalarınızda da sıklıkla yer alan gölgeler?

İstanbul’a ilk geldiğim 2007-2008 yıllarında sıklıkla İstiklal’e gelir insanları gözlemlerdim. Yapı Kredi’nin olduğu yerin eski halinde bir yükselti vardı. İnsanlar buraya oturur, gelen gideni izlerdi. Ben de oraya oturup insanları izledim, sonra kalkıp yürümeye başladığımda elimi istemsizce ileri doğru uzattığımı farkettim. Bir şeylere çarpacakmış gibi hissettim. Bunun sebebini sonradan kendime şöyle açıkladım: Buraya oturan insanlar, caddedeki insanlara bakıp hayaller kuruyorlar ve ben de bu hayallere çarpmamak adına yürürken dikkatli davrandım. Çünkü ben hayal kurarken başkalarının hayallerine dalmama kaygısı da güdüyorum. Gölgelerin çıkış noktası işte bu, ve tüm işlerimin içerisindedir. Ayrıca Platon’un mağara eğretilemesindeki gölgelerin bir kısmının mağaradan çıkmak istemesi, bir kısmınınsa böyle bir bir çabaya girmemesi de beni etkilemiştir. Ben mağaradan çıkmak isteyenleri kırmızı figürlerle ifade ediyorum. Kırmızılar benim için edebiyatçıları, felsefecileri hatta -ben zihinsel engelli öğretmenliği yapıyorum- benim için zihinselleri temsil ediyor. Düşünen, tefekkür eden, kafa yoran kişiler benim için. Ben uyanıp da güne başladığımız anda hayatı okumaya başladığımızı düşünüyorum. Belki de o kırmızı figürler, hayatı okuyup anlayanlar oluyor. Diğerleriyse öylesine bir hayat yaşayıp gölge figür olarak başlayıp gölge figür olarak bitiriyor.

Kendimi bir ozan gibi düşünüyorum

  • “Sanatın içinde olduğum halde benimde anlamadığım enstalasyonlar var” diyen Engin Beyaz, sanatçının anlaşılamamazlık duruşunun doğru olmadığını ve yerel kültürle bir mesaj vermesi gerektiğini düşünüyor. Kendini hep bir ozan gibi de görmek istediğini söyleyen Beyaz, “Bir Aşık Veysel, akademik bir eğitim almadı ama hiçbir akademisyen de onun gibi olamadı. İşte “okumak” dediğimiz şey bu. Evreni doğru okursanız, anlamak için akademik eğitime gerek yok” diyor.

Şeffaf kitaplardan bir kule

Engin Beyaz, geçmiş yıllarda il milli eğitim müdürünün isteğiyle 100 temel eseri içeren şeffaf kitaplardan bir kule inşa etmiş. Cemil Meriç’in “aydının fildişi kulesi”nden yola çıkarak tasarlanan bu enstalasyonu bir devlet okuluna bağışlamış. Ne yazık ki il milli eğitim müdürünün değişmesiyle eser kaldırılarak çöpe atılmak üzere sokağa bırakılmış. Engin Beyaz eseri temizleyip onararak yeniden derlemiş ve bu kez özel bir okula bağışlamış.


#Engin Beyaz
#Cemil Meriç
#Marcel Duchamp
#İstanbul
#İstiklal
2 yıl önce