|
Ressam İlhami Atalay, 55 yıldır sanatın gerekliliklerinden kopmadan milli kültür çizgisinde resimler yapıyor.
Ressamın işi boyamaktır. O boyalarla bir kültürü, bir fikri, bir hayali idealize eder. Kimi zaman fırçasını ideolojisi doğrultusunda yönlendirir. Kimi zaman yaratıcının sunduğu güzellikleri, kainatın eşsiz ahengini büyük bir tefekkür ile resmeder. Eserleriyle Türk resim sanatında özgün bir yer edinen ressam İlhami Atalay için de ilham, tefekkürden geliyor. Türkiye’de başlayan akademi hayatını Almanya’da sürdürmüş, yurt içi ve yurt dışında birçok sergi açmış, yüzlerce öğrenci yetiştirmiş olan Atalay, 55 yıldır sanatın gerekliliklerinden kopmadan milli kültür çizgisinde resimler yapıyor. Klasik sanatlardan moderniteye, moderniteden postmoderniteye, kubik resimlerden kolaja kadar resmin her alanında üretiyor. Batı sanatında kolaj, gazete ve dergi gibi kağıtlardan yapılırken o kolaja getirdiği yeniliklerle öne çıkıyor. Tuvale kumaşı, deriyi hatta ebru sanatını dahil ediyor.
Ülkesinde uzun yıllar siyasi görüşlerinden dolayı yok sayılan ama özellikle Avrupa’da tanınan İlhami Atalay, reddedilen onlarca sergisinin ardından 55. sanat yılında AKM Galeri’de ilk solo bir sergisini açtı. “Geçmiş yıllarda eserlerimin karma sergilere bile alınmadığı AKM’de kişisel bir sergi açmak benim için bir milat” diyen Atalay ile AKM’de, 75. yaş özel sergisinde buluştuk. Fırçasından çıkan ilhamla renklendirdiği onlarca tuvalin ortasında karşılıklı iki sandalyeye oturduk ve ziyaretçileri eşliğinde sohbet ettik.
55 yıllık bir resim kariyeri olduğu bilinciyle İlhami Atalay ile tanışırken kendimi Türk resmine adamış bir sanatçı hikayesi dinleyeceğini düşünüyordum. Fakat kendisi ile tanıştığımda onun kendini resme değil, kainatın güzelliklerini anlamaya ve anlatmaya adadığını anladım. 17 Ekim 1948’de Artvin Arhavi de dünyaya gelen Atalay, resim yapmaya küçücük bir çocukken, kimseden görmeden, ressam nedir bilmeden başlamış. Resmin ve sureti tasvirin yasak, günah olduğunu düşünen bir babanın oğlu olarak resimlerini sandıklı sedirin içine girer orada yaparmış. Ara ara ışık gelsin diye kapağı kaldırır renklere bakar devam edermiş. “İlhami” ismini ona amcası vermiş. Elbette bu ismi ona “Bu çocuk ressam olsun, sanatçı olsun” diye düşünerek koymamış. Hatta aynı amca Atalay’ın resim aşkına öyle anlam verememiş ki yıllar sonra ünlü bir ressam olduğunda bile yeğenine, “Köyde zaten resim yapıyordun. Gitti İstanbul’da beş sene okudun orada da resim yaptın. Şimdi de resim yapmak için Berlin’e mi gidiyorsun?” diye sormuş.
17 yaşına kadar doğduğu köyden hiç ayrılmayan, hiç hastaneye gitmeyen Atalay’ın köyden çıkışı da zorlu olmuş. Çocukluğundan beri köyde ressam olacağını söyleyen bu çocuğu elbette kimse pek ciddiye almamış. Babası okuması için onu zorlamamış ama eğer okumak isterse elinden geleni yapacağını söylemiş. Ortaokula giderken evin odaları adeta sanat galerisi gibiymiş. Her duvarda yaptığı resimler asılıymış. Dosyalar halinde hazırladıklarını da babası görüp yakarmış.
Resim yapmasına karşı olan babası elbette Atalay’ın akademide okumasına da ikna olmamış. Oğlu mimar olsun istiyormuş. Yine de akademi sınavlarına girmek isteyince onunla birlikte İstanbul’a gelip okulu görmek istemiş. Okulu gezerken yanlışlıkla son sınıf öğrencilerinin çıplak modelle çalıştığı bir dersi görmüş ve Atalay giriş imtihanını kazandığı halde elinden tutarak, “Oğlum gel, bu okulda insan okuyamaz” demiş ve onu geri götürmek istemiş. Atalay ise akademiyi kazandığı halde babasının onu okutmamasına gönül koymuş ve sitem olsun diye “Memlekete gitmiyorum” demiş. O yıllarda lise mezunlarına verilen yedek öğretmenlik hakkı ile Kocaeli, Yuvacık’ta öğretmenlik yapmaya başlamış. “Köyde hem resim yaptım hem öğretmenlik yaptım. Orada çok desen çalıştım. Yuvacık’ta beni tanımayan yoktur” diyerek anlatıyor o günleri. Ertesi sene yeniden hem mimarlık hem de akademi sınavlarına girmiş. Mimarlığı yarım puanla kaybederek yedeklerde kalmış. Ancak kursa gitmediği halde yine akademiyi kazanmış. Bunu üzerine babasına mimarlığı kazandığını söyleyerek akademiye kaydını yaptırmış. Oğlunun mimarlık okuduğunu düşünen babası bir gün oğlundan yapacağı inşaat için bir proje çizmesini istemiş. Atalay da zor durumda kalarak mimar bir arkadaşından rica etmiş. Arkadaşı da yeri bilmeden kabataslak bir çizim yapmış. Babası çizimi görünce şaşırmış, “Oğlum sen nasıl mimarsın, deniz bu tarafta sen nasıl çizmişsin” diyerek projesini beğenmemiş. İşin aslını yıllar sonra öğrenince de oğluna çok kızmış ve kırılmış.
İstanbul’da bir başına okuyan genç bir delikanlı olsa da Atalay, ne ailesinin terbiyesinden ne de kendi inançlarından farklı bir yöne meyil etmemiş. Özellikle komünizm, ateizm gibi ideolojilerin revaçta olduğu, emperyalist Batı kültürünün toplumumuz üzerinde ezici bir ağırlık kazandığı o yıllarda, kendini ve düşüncelerini muhafaza ederek sanatını geliştirmiş. “Bu zihniyeti korumak elbette kolay değil, hiç değil. Özellikle o yıllarda hiç kabul görmediğinizi düşününce. İstanbul’da sürekli bir mücadele içerisindeydim. Diğer öğrencilerle ve hocalarla münakaşalar ediyordum. Ama yolumdan hiç şüphe etmedim. Onların doğru yolda olmadığı biliyordum” diyerek anlatıyor o günleri. Akademideki öğrencilerin tamamını komünist veya ateist iken onun gibi kendini müslüman olarak tanımlayan yalnızca tek bir arkadaşı varmış. Kendisinden bir dönem önce akademiye giren Sait Civcioğlu ile düşünceleri sebebiyle çok kavgaya karışmış ve haksızlık görmüşler. Civcioğlu da başarılı bir öğrenciymiş. Görüşüne rağmen mezuniyetinin ardından okulda asistan olarak kalmasını istemişler. Ancak o bu teklifi reddetmiş ve resmi bırakarak öğretmenlik yapmaya başlamış.
Lisans sonrası akademideki bazı hocalar Atalay’ın Avrupa’ya gitmemesi için, düzenlenen imtihanlarda başarılı olmasına rağmen ona yüz üzerinden üç puan vermişler. Bir tek Bedri Rahmi Eyüboğlu, yüz üzerinden yüz vererek Atalay’a arka çıkmış. En iyi talebesi olmadığı halde gelip alnından öpmüş. Diğer hocalara bakarak masaya yumruğunu vurmuş ve “Ben bu çocuğa yüz verirken siz yüz üzerinden üç veriyorsunuz. Ben mi sanattan anlamıyorum, yoksa siz bu çocuğa bir tuzak mı kurdunuz?” diye hesap sormuş. Atalay, “Ayık bir zamanı yoktu Bedri Rahmi’nin, daima sarhoştu. Ama fikirleri, görüşleri değil yeteneği ve haklılığı savunurdu” diyerek anlatıyor Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu.
Berlin’deki akademiye giriş sınavı ise biraz daha zorlu olmuş. Büyük bir salonda tüm öğrencilere uzun ve dar bir çizim kağıdı verilmiş ve verilen sürede bu kağıdı doldurmaları istenmiş. Atalay, ortalama bir insan boyundan daha uzun bu kağıda nasıl bir çizim yapması gerektiğini düşünmüş. Kağıdın tamamını dolduracak bir kompozisyon hayal etmiş. Bu sırada sınavda görevli profesörlerden biri sık sık Atalay’ın yanına gelerek Türklerin sanattan anlamadığına, bu sınavı kazanamayacağına dair şeyler söylüyormuş. Atalay dikkati dağılsa da orijinal bir fikir bulmuş. Sınav esnasında yanındaki bir başka aday öğrenciden kendisinin bir silüetini çizmesini rica ederek yerdeki kağıda yatmış. Ardından bu silüetin içini çeşitli motiflerle doldurmuş. Çalışması ilerledikçe sınav esnasında onu manipüle etmeye çalışan profesör, bu kez yanına gelip hayranlıkla kendisini seyretmeye başlamış. Atalay sınavı kazandıktan sonra o çalışması bir süre akademinin girişindeki koridorda sergilenmiş.
Atalay, Berlin’de eğitim aldığı sırada tekstil, obje ve duvar halıcılığı üzerine araştırmalar yapmış. Tezini de bu konu üzerine hazırlamış. 1978 yılında Berlin dönüşü zorunlu memuriyet sebebiyle Isparta’ya yerleşmiş. Burada Isparta Sümerbank Halıcılık Müessesesi’nde desinatör olarak çalışmış. Hayatı boyunca sanatında yeniliğe ve değişime açık olan Atalay, elbette bu mecburi göreve bile yeni fikirler, yeni çalışmalar üretebileceğini düşünerek başlamış. 12 senelik mecburi bir hizmetinde yenilik yapmaya önce halı desenleriyle başlamak istemiş. Gidip Isparta’da yetişen tüm otları toplamış. Çam ormanlarında gezerek kozalaklar biriktirmiş. Aslanağzından, deve dikenine ve zambaklara kadar pek çok bitkiden ilhamla desenler çizmiş. Ancak ertesi gün geldiğinde yaptığı tüm bu çalışmaları çöpte buluyormuş. Atalay, “Muhtemelen ben yokken müdür gelip benim masamdaki tüm çizimleri, çalışmaları çöpe atıyordu. En sonunda gidip sordum, ‘Neden yapıyorsunuz?’ diye. ‘Biz yenilik yapmak istemiyoruz. Sen deve dikeninden halı yapmışsın kim dikene basmak ister?’ dedi. ‘Peki siz ne istiyorsunuz?’ diye sordum. ‘Eskiyi’ cevabını verdi. Ben de onlardan bir kamera ve film istedim. Böylece gidip tüm tarihi yerlerin, örneğin Sultanahmet’in minaresinden tüm İstanbul’un fotoğrafını çekip onları tasarlamayı düşündüm” ifadesinde bulunuyor.
1984 yılında İstanbul Sultanahmet’te “İlhami Atalay Sanat Galerisi”ni açmış. Bu galeri aynı zamanda pek çok sanatkarın ve dostunun da toplanma yeri olmuş. Ayrıca burada çok sayıda öğrenci yetiştirmiş. Öğrendiği dilleri geliştirmiş. 2015 yılında atölyeyi kapatana kadar Sultanahmet ve civarında sanat yaşamını sürdürmüş.
“Tablolarımı satarken ağladığım zamanlar oldu. Ayrılmak bana zor geldi ama ben artık binlerce tablo yapmış bir ressamım. Artık ağlamıyorum” diyen Atalay, ilk tablosunu İzmir Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’nde satmış. Satın alan hanımefendi, teslim ederken gözündeki yaşlara hakim olamadığını görünce, “O kadar üzüldün ki ben bu tabloyu almayayım. Sende kalsın” demiş. Atalay, “Tablodan ayrılmak zor geldi ama gelin misali hem ağladım hem gönderdim” diyor. Bunca güzel tablolnun arasında “Bunu satmayacağım, bana kalsın” dediği tek bir tablo bile yok Atalay’ın. “En güzel tablolarımı bile sattım” diyor. Çünkü üretmeye devam ediyor. Yaptığı ve henüz sergilemeye imkân bulamadığı neredeyse beş yüz eseri daha var. En büyük arzusu ise resimlerinin kalıcı olarak sergileneceği bir müzenin açılması. “Ben resimlerimi yapıyorum ama insanlar da görsün, ilham alsın istiyorum” diyen Atalay gülerek ekliyor: “En güzel eserlerimi saklasam ne olacak, ben zaten gidiciyim. Yakında yerin altında galeri açacağım.”
“Faturası ne olursa olsun doğru bildiğini söyleyen ve yapan adamdır” diyor arkadaşları Atalay için. Bu savı destekler nitelikte de bir düzine anı var. Anılardan biri henüz akademide öğrenciyken başlarından geçmiş. Çizim dersinde önlerinde tuval, arkalarında yoruldukları zaman oturmak için yüksekçe bir tabure ile çalışma yapıyorlarmış. Derken sınıfı 25-30 kişilik sol görüşlü bir grup basmış. Liderleri en önde sol eli havada konuşma yapmaya başlamış. Tüm öğrenciler fırçalarını bırakıp, korkuyla lideri dinlemeye başlamışlar. İki kişi hariç. İlhami Atalay ve arkadaşı Sait Civcioğlu… Kendisini dinlemediğini görünce grubun lideri Atalay’a sinirlenmiş. Onun düşüncelerini bildiğinden damarına basmak istemiş ve sol kolunu işaret ederek ona seslenmiş, “İlhami, hani var olduğuna inandığın Allah var ya, eğer varsa şöyle de şu kolumu indirsin. Bakalım gücü yetiyor mu?” Atalay bu sözü işitir işitmez, arkasındaki tabureyi kaptığı gibi “Allah beni vekil tayin etti” diyerek liderin başına geçirmiş. Ortalık bir anda karışınca elbette azınlık olan iki arkadaş komünistlerden feci bir dayak yemiş.
Atalay, onu ziyarete giden her misafirine muhakkak kendi hazırladığı taslak kitabını da gösteriyor. Bir kitap taslağı dendiğinde aklımıza ilk gelen bir bilgisayar dosyası olsa da Atalay’ın taslağı da resimleri kadar özgün. Gazete sayfası kadar geniş yaprakları ve bir karış kalınlığı olan özel bir deftere hazırlanan bu taslak, tamamen ressamın kendi el yazılarından oluşuyor. Atalay, geçmişte daktilo kullansa da on parmak yazamadığı için kitabını tamamen el ile yazmayı tercih etmiş. “Geçmişte Berlin’den Mercedes bir daktilo almıştım. Onunla tezimi yazdım. O eski daktiloya altı tane yeni daktilo verip değiştirmek isteyenler oldu da vermedim. Ama on parmak kullanamadım, tek tek yazıyordum. Öyle yavaşça yazdığım bir müsvedde kitabım daha var. Ama el yazım daha hızlı” diyor. Yakın zamanda bir yayınevinden okuyucu ile buluşmaya hazırlanan bu taslağın içerisinden İlhami Atalay’ın resim ve sanat düşünceleri ile ilgili yaklaşık 10 cilt kitap çıkabileceği düşünülüyor.
İlhami Atalay’ın Sultanahmet’teki galerisinin üzerinde deri eşyalar hazırlayan bir imalathane varmış. İşlemeden önce ıslanmış derileri Atalay’ın galerisinin bahçesine serip kuruturlarmış. Bir gün Atalay derilerden birini eline almış. Evirmiş çevirmiş, okşamış ve kendi kendine, “Bu ne güzel malzeme, acaba bunun üzerine resim yapamaz mıyım?” diye düşünmüş. Önce büyükçe bir deri parçasını alıp, tuvale germeyi ve Kızılderililer gibi ona resim yapmayı düşünmüş. Ancak imalathanenin attığı deri parçalarını görünce fikrini değiştirmiş ve o atık küçük derileri birbirine ekleyerek tuval üzerine deri kolaj çalışmayı keşfetmiş. Kolaja getirdiği bir başka yenilik ise kumaş parçalarını resme dahil etmek.
Kumaşları toplamak için ekstra bir çaba sarf etmediğini söyleyen Atalay, “Ben kolaj çalışmaya başlayınca herkes üzerindeki elbisesini çıkarıp, yıkayıp bana vermeye başladı. Galerimi gezen turistler de Afrika gezilerimde tanıştığım yerliler de bunlara dahil” diyor. Amerika’dan Avustralya’dan kargolarla kendisine gönderilen kumaşları anlatıyor. Atölyesinde bulunan dört metrekarelik masasının üzeri bir harman gibi kumaş yığılıymış. Yama yama tekniği ile yaptığı bu tabloların bir çoğu satılmış. Tüm seriyi görmemiş olsam da bana göre AKM’deki sergisinde de yer alan Fadimeler serisindeki “Görücüye Çıkacak, Yesin Onu Nenesi” tablosu bu teknikle yapılmış, kendine hayran bırakan şahane bir eser.