|

Tüketim kültürü maneviyatla birleşti

Geçtiğimiz hafta Türkiye’nin önde gelen kulüplerinden Fenerbahçe, borçlarını kapatmak için canlı yayında rekor bir “yardım” topladı. Bu olayın Ramazan-ı Şerif’i idrak ettiğimiz günlerde olması zenginlik-fakirlik üzerinden çok konuşuldu. Değişen “yardım” algımızı konuştuğumuz İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Mehmet Emin Balcı, “Bu olay futbolun taraftarları için temsil ettiği kutsallıkla da alakalı. Tüketim kültürünü maneviyatla birleştiriyor” diyor.

04:00 - 19/05/2019 Pazar
Güncelleme: 11:15 - 18/05/2019 Cumartesi
Yeni Şafak
Acun Ilıcalı ve Murat Dalkılıç
Acun Ilıcalı ve Murat Dalkılıç
Kübra Kuruali Yaşar

Geçtiğimiz hafta sonu birkaç televizyonun ortak canlı yayınıyla Fenerbahçe Spor Kulübü için düzenlenen “Fener Ol” kampanyasına destek olarak yapılan “Fenerbahçe Win Win” yardım şovunu izledik. Programın medya sponsoru ve sunucusu Acun Ilıcalı’nın tabiriyle bu durum “dünyada eşi benzeri olmayan, futbol tarihine geçecek” bir kampanya. Spor kulüplerinin sosyal medyayı kullanarak kendileri için bileklik, tişört gibi şeyler sattıklarını görmüştük. Canlı yayında sanatçıların da katıldığı eğitim, afet ya da hastalık için yapılan sosyal sorumluluk kampanyalarına da aşinayız. Fakat Türkiye’nin önde gelen kulüplerinden birine canlı yayında “yardım” toplanması, üstelik bunun Ramazan-ı Şerif’i idrak ettiğimiz günlerde olması çok konuşuldu. Taraftarlarından hatta başka takımlardan da destek gören kampanya, aynı zamanda yine taraftarlarının da içinde bulunduğu çok sayıda kişiden eleştiri aldı. Stüdyoda Fenerbahçe Spor Kulübü Başkanı Ali Koç ve Fenerbahçeli oyuncuların, Cem Yılmaz, Beyazıt Öztürk gibi Türkiye’nin sevilen isimlerinin bulunduğu yayınlara, çok sayıda iş adamı da telefon bağlantısıyla katılıp forma satın aldı. Eleştirilerin odağı ülkenin “iyi kazanan” isimlerinin hep birlikte çoğunluğu orta sınıf olan taraftarlardan yardım istiyor olmaları. Diğer yandan; bu kadar aç, yoksul insan varken bu mübarek ayda paralar neden daha öncelikli yardımlar için toplanmıyordu. 1 Haziran’a kadar devam edecek kampanya yine canlı yayında sonlandıralana kadar olay konuşulmaya devam edecek. Eleştirilerden yola çıkarak değişen “yardım” algımızı İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi Dr. Mehmet Emin Balcı ile konuştuk.


Türkiye’nin “en zengin”ler listesine girebilecek bir televizyoncu, bir iş adamı ve bir komedyeninin, çoğunluğu orta sınıf olan taraftarlardan para istiyor olmasını nasıl yorumluyorsunuz?

Takım forması alarak oynanan bir piyango oyunu olarak görüyorum. Ne kadar çok katılırsanız o kadar çok kazanma şansınız var. Çeşitli ödüllerden birine ulaşmak hayallerinizi canlı tutuyor. Günümüzde futbolun zenginlerin oynayıp fakirlerin izlediği bir spor olduğu söylenir. Romalı gladyatörlere benzetilebilir bu hikaye. Bir stadyumda gladyatörler hayatta kalmak için canhıraş savaşırlar, zenginler ise izlerdi. Modern zamanlarla birlikte orta sınıf oyunu olarak futbol bu denklemi tersine çevirdi. Fakirlerin sahada oynayan 22 milyoneri izlediği bir hal aldı.

Peki Fenerbahçe gibi milyon dolarlık bir kulüp üstelik Ramazan ayında bunu neden yapıyor?

Ligin bitiş tarihinin Ramazan ayına denk gelmesinden yararlanamayı bir televizyoncu zekasına bağlayabiliriz. Yardımın ve vermenin önemsendiği bir ayda, bağışçılar için daha fazla motivasyon sağlamış olabilir. Futbol insanların kendini özel hissetmek için yoğunlaştığı bir boş zaman pratiği. Bu anlamda dini pratiklere çok fazla benzer. Ramazan ayına denk gelmesinin bir pazarlama taktiği olduğunu söyleyebiliriz ama aynı zamanda bu olay futbolun taraftarları için temsil ettiği kutsallıkla da alakalı. Tüketim kültürü maneviyatla birleştiriyor.

FAYDANIN BİTTİĞİ YERDE KUTSAL BAŞLAR

Bu birleştirmeyi anlatır mısınız?

Stadyumlara futbolun mabetleri deniyor, formalar bir hacının ihrama girmesi gibi. Takımınızın 36 maç sonundaki akibeti, şampiyonluk ya da küme düşme, bir tür eskatolojiye bağlanıyor. O zaman da takımın yararına olan şeyleri yapmak, yararına olmayan şeyleri yapmamak sizin kendinizi iyi hissetmenizi sağlıyor. Bir topun peşinde koşan ve dünyanın parasını alan bu adamların kimseye bir faydası yok diyebiliriz ama faydanın bittiği yerde kutsal başlıyor. Günümüzün yeni kutsalları ben merkezli ilişkileri teşvik ediyor.

Bu kutsalın da cenneti var mı?

Fanatik bir taraftar için oldukça derin bir anlamı ve kendi içinde bir ödüllendirme pratiği var. Bu kampanya için konuşursak, toplumun ikonlarıyla yan yana gelme fırsatı sunuyor. Sadece hayal edeceğiniz bir yaşamı “belli bir süreliğine” yaşama şansı veriyor. Modern toplumda, yoksun olanın kendisini en yukarıda gösterebilmesi için sunulan kitlesel bir şans. Bu şans eskiden tek yönlü işliyordu, şanslıysanız büyük ikramiye size vurur ya da doğal bir yeteneğiniz keşfedilir ve önünüzde kapılar açılırdı. Aşağıdakilerin yukarıya tırmanmasına izin veren bu istisnai hikayeleri dinlemeye alışığız. Günümüzde ise yukarıdakilerin de artık aşağıya seslendiği bir platform var. Sosyal medyadaki takip eden-edilen aracılığıyla yoksulla zengin olan arasında bir geçişlilik doğuyor

BİR MESAJLA KULÜBÜNÜ KURTAR

Asgari ücretli biri kendini nasıl en yukarıda gösterebilir ki?

Kombine bilet sahibi olmak için daha fazla mesaj atarak. O futbolcuyla bir akşam yemeği yemek maddi ya da manevi anlamda bir tatmin doğuracaktır. Fenerbahçe’nin kampanyasına eğer o takımla kendimizi özdeşleştiriyorsak ülke futboluna bir katkı diyebiliriz. Bu katkının yapılmasının gerçekten gerekli mi olduğunu sorusunu sormayız bile. Futbolla ilgilenmiyorsak da “boşa harcanmış para” deriz. İkisinde de mukayese noktamız kendimizi nerede gördüğümüz! Günümüz toplumsal ilişkilerinin zemininde bir yandan “ben merkezlilik” diğer yandansa bu temayülün bir araya getirdiği özel benlik cemaatleri yer alıyor. Profesyonel futbol kulüpleri bu özel cemaatlerin en yaygın ve olağanlaşmış örneklerinden biri.

Ben merkezli insan bir cemaatin içinde var olmayı neden ister?

Temelinde yine kendimizi özel hissetme isteğimiz var.Başkaları sizin “cehennemizin” olduğu kadar cennetidir de. Richard Sennett’in söylediği gibi günümüz benlik cemaatleri kendimiz gibi olanlarla tam manasıyla bütünleştiğimiz ama onun dışında kalanlarıyla ise bütünüyle ayrıştığımız bir gerilim doğuruyor. Öte yandan en ufak bir farklılık içerdeki fantazisel bütünlüğü parçalayabiliyor. Yani futbolcu ve yöneticilerle yemeğe katılan insanlar yemek sonrası eski konumlarına geri döndüklerinde aralarındaki büyük ekonomik ve kültürel uçurum da yeniden açılıyor. Sporda, sanatta veya diğer mecralarda en çok like almak, en çok takipçiye sahip olmak bu kültürün bir standardı artık. Arzumuzu doyurmak, ön plana çıkmak, selfie yapmak… Bunları birbirinden kopuk şeyler gibi düşündüğümüzde kendimizi rahatlatabiliriz ama o zaman büyük resmi atlarız.

O büyük resim nedir?

Bizim yeni kimliklerimiz vermekten ziyade almak üzerinden kuruluyor. 200 forma alıyorsunuz ama onu alırken karşılığında da kendiniz için de bir şey almanız gerekiyor. Aldığınız şeyin sadece sizin vicdan rahatlatmanız değil bedeninizin bir parçası olması sizin küçük yaşamlarınızda ya da sanal yaşamlarınızda görünürlüğünüzü arttıması gerekiyor. Günümüzde ilişkilerimizi, sonsuz ihtiyaçlarımızı sınırlı kaynaklarla dengeleme arayışı üzerine kuruyoruz. Bu da ister istemez dinamik bir muhtaçlık durumu yaratıyor. Bu en zengin olan için de en yoksul olan için de böyle. Milyon dolarlık “hiçbir şeye” ihtiyacı olmayan insanların ya da büyük bir şirketin bağış talep etmesi bize abuk geliyor ama Fenerbahçe bunu yaparken kendisini Real Madrid ya da Barselona ile kıyaslıyor. Türkiye’nin en büyük klüplerinden biri olsa da Şampiyonlar Ligi’nde, uluslararası alanda orta ölçekli bir klüp. Ortada olmak yoksunluklarınızı en çok hissettiğiniz yerdir. Bunun için sevenlerinden, taraftarlarından yardım istiyor.

Peki nasıl oluyor da taraftarlar hemen satın almak istiyor?

Daha fazla tüketerek, harcayarak o cemaatin içindeki varlığını devam ettiriyor. Kim daha fazla forma alıyorsa onun daha fazla takva sahibi olduğu örtük bir söylem kullanılıyor. Dinsel metaforlar benlik cemaatlerinin çağrısı içinde yeniden yorumlanır. Bu tür etkinliklerin halkın inancını suistimal ettiği iddiasına katılmıyorum. Bu iddialar aynı duyguyu paylaşmayan insanların durumu kolaycı bir şekilde geçiştirmesi bana kalırsa… Çünkü burada kendi içinde yeni dinsel bir duygu var.

BİR LOKMA BİR FORMA

Bu dinsel duyguyu nasıl tanımlarsınız?

Maç izlerken totem yapmak ya da takımınızın başarısına cenneti kazanmışcasına sevinmek bunun bir göstergesidir. Taraftar fanatikleştiğinde rahatsız olduğumuz şey aslında şiddet fakat fanatizm aynı zamanda bir trans durumudur. Dinlerin içinde düzenlenmiş, çeşitli dua, ritüel ve pratiklerle erişilmeye çalışılan cezbe durumları vardır. Tasavvuftaki sâlik-i meczûb mertebesi gibi… Seküler bir dünyada ise insanlar bu transı Tanrısal bir varlığa erişmek yerine kendi egolarını tanrısallaştırarak yapmaya çalışıyor. Kapitalizmin de temelde doldurduğu nokta burası. Bir zamanlar tanrısal tatminle sağlanan şeyler artık metalarla ve moda ile sağlanıyor. Modanın geçiciliği tatmini de süreksiz kıldığından bunu devam ettirmek adına başka metalara yönelmeniz gerekiyor. Bir sezonun formasını almak yetmiyor; ertesi sezon çıkmış yeni formayı da alıyorsunuz. Beşiktaş’ın FEDA forması çok sevildi ama onu alanların bir kısmı ertesi yıl çıkan formayı da aldı. Maddi durumu iyi olmayan ise almak istedi. Zaten alması değil, almak istemesi yeterlidir. İşte bu tür pratikler bir zamanlarki tekke kültürünün seküler çağda yeniden üretimini sağlıyor. Futbol böyle bir mecra. Kamuoyunda Fenerbahçeliler nezdinde belli bir başarıya ulaşıldı. Kitlesel bir vahdet-i vücud, bir tür vuslat durumu sağlandı, bu bir gerçek. Ama Fenerbahçelilik hali hayatın koşturmacası arasında geçip gittiğinden takım ruhu ile bütünleşmenin, tasavvuftaki seyr-i süluk gibi, kendisini yeniden yeniden göstermesi gerekiyor.

O zaman fanatik taraftarlar tekkedeki mertebesini yükseltmek için kendini sürekli almak zorunda hissetmez mi?

Zorunda değiller, özgürler. Hiç almayabilecekleri gibi tüm paralarını buna da yatırabilirler. Bu “zorunda olmama” hali ayrıca önemli. 300 forma almış birisi 6 ay sonra yeni bir kampanyada “Ne kadar saçma! İnsanlar neden alıyor” diyebilir. Bunu yaparken de sanki önceden almamış gibi davranabilir. Sosyal medya ya da televizyon insana geçmişi ve geleceği ekranın içinde kurabilme şansı veriyor. O zaman da Fenerbahçe’nin milyon dolarlık bir kulüp olduğunu ya da küme düşebileceğini unutabiliyorsunuz. Burada enteresan noktalardan biri Fenerbahçe kulübünün ya da bu tip bir yapının rasyonel bir işletme olması. Milyon dolarlık bir kulüpsünüz, sizi ülkenin iyi iş adamları yönetiyor, işletme bilen küresel ekonomi ve siyasete hakim bir yönetim kurulunuz var. Kendi işlerinde son derece profesyonelken söz konusu böyle bir alan olduğunda ortaya korkunç bir hatalar silsilesi çıkıyor.


Bu olayla ilgili sosyal medyada sürekli yorum yapanları nasıl değerlendirirsiniz?

Günahlarından arınmanın en kolay yolu başkalarını günahkar ilan etmektir. Hani Hz. İsa’nın “Madem taşlayacaksınız, taşı günahsız olanınız atsın” sözü var ya! O insanlar taşı attığı zaman günahlarını unutmuş oluyor. Tıpkı Fenerbahçe formasını aldığı zaman takımlarının bu sezonki kötü gidişatını unutmuş olmaları gibi. Boş zaman pratikleri bir süreliğine maişet derdinden, ülkenin çalkantılı gündeminden veya kişisel problemlerden arınmayı sağlar. Kendini sağalttığı, iyi ve tamamlanmış hissettiği bir tatmin sağlar. Dolayısıyla yine doğrudan bizim egomuza sesleniyor.

  • Herkesin derdi farkındalık
  • Alışık olduğumuz “yoksulluk” tanımı artık geçerli değil mi?
  • Eskiden bunu daha kollektif değerlerle ölçüyorduk. Modern öncesi dünya bir Tanrı adına ya da klasik modern dönemde insaniyet namına, toplum yararına bir şeyler vermek, yapmak diyorduk. Modern ilişkiler yardım meselesini bir soyutlamaya dönüştürdü. Yoksularla değil, yoksullukla ilgilenmeye başlandı. Yardım yaptığınız kişinin kim olduğu, sizinle nasıl bir ilişkisinin olduğu önemsizleşti. Dolayısıyla yoksullar toplumumuzun bir tarafında bulunan ve zenginlerin bir takım ilişkiler kurmak zorunda olduğu homojen bir küme oldu. Böyle bakınca onların kim olduğu, ne istediği sayısal verilerle ölçülebilir hale geldi.
  • Gösteri toplumunda “yardım”nasıl yapılır oldu?
  • 1970 sonrasında özellikle ileri kapitalist toplumlarda, Keynesgil politikaların verdiklerinin geri alınmaya başlandığı bir sürece girildi. Neo-liberal hikayeler, kendin yap kendin kazan gibi bir sorumluluğa itti insanı. Yardım meselesi de bir noktada diğerlerini düşünmeden kendinizi düşündüğünüz narsistik bir söyleme oturdu. Yoksullar hala varlar ama yardım artık öz-çıkarla bağlantılı olmak zorunda. Derdimiz yoksula yardım ettiğimizin farkında olunması! Sosyal medyadaki yardımlara baktığınız zaman onlar da Acun Ilıcalı’nın organize ettiğinden farklı değiller. Herkes birçok hastalık ve yoksunluk için bağış yapmak yerine farkındalık yaratmaya çalışıyor ama aslında dolaylı olarak kendinin farkına varılmasını amaçlıyor.
  • Gerçek niyetimizi kaybediyoruz
  • Yeni bir ahlak tanımına mı ihtiyacımız var?
  • Ahlak dediğiniz şey yalnızca verme ya da alma üzerinden tanımlandığında sorunludur. Zygmunt Bauman’ın dediği gibi ahlakı “öteki” üzerinden düşünmemiz gerekiyor. Tehlikeli olan ötekini, benim “kişisel tatminimin” tezahürüne çeviriyor olmam. Bunu ister geleneksel muhtaç tanımlarıyla, ister güncel yoksunluk kategorileriyle yapalım, ikisinde de kendimize ve muhatabımıza karşı bir körleşme söz konusu. Bununla baş edebilmek bağış yapmakla mümkün değil. Kime ya da nereye bağış yaptığımızdan ziyade ne için yaptığımız önemli! Bu noktada bizim düşünmemiz gereken şey gerçek niyetlerimiz. Biz gerçek niyetimizi sonuca erişme telaşesi arasında kaybediyoruz. Burada ben kendime mi, Fenerbahçe sevgime mi yatırım yapıyorum? Ya da kişinin yoksunluğunu mu izale etmeye çalışıyorum? Bu bir insanın hangi tanrıya inanırsa inansın zaten yapmakla mükellef olduğu bir murakabe ama günümüz inananı bunu düşünmüyor. Sanki meta sizin adınıza düşünüyor, sanki “like”larınız sizin adınıza konuşuyor, “fav”larınız sizi günahlarınızdan arındırıyor. Bu anlamda siz hatalarınızla, korkularınızla ve alt benliğinizle yani nefsinizle yüzleşmeksizin; kendi üst beninizle, idealinizle -neyse artık o- yaşayabilme şansına ulaşıyorsunuz. Elbette ki bir süreliğine ve belli ölçüde…
  • Muhasebe yapmak zorunda kalırız
    Oturduğumuz yerden yardım yapabildiğimiz bir devirde mahallemizdeki yoksullardan neden kaçar olduk?
  • Mahallenizden bir yoksulla karşılaştığınızda bazen para verirsiniz, bazen vermezsiniz. Bazen gücünüz olur vermezsiniz, bazen olmaz veremezsiniz, bazen ise vermek istemezsiniz ama her koşulda bu muhasebeyi yapmak zorunda kalırsınız. Kaçmak da vermemek de kendine yalan uydurmak da o kişiyle somut bir bağınızın olduğunu gösterir! Bu işlemlerin tek bir tuşla yapılabilir hale gelmesinin çok fazla insana ulaşıp, belli hizmetlerin ihtiyaç sahiplerine götürülmesi anlamında faydalı olduğu bir gerçek. Fakat üzerinde durulması gereken bir defosu var. Yardımın yerine gidip gitmediği, kullanılıp kullanılmadığı ya da memnun olunup olunmadığını bilmiyoruz. Muhatabımızın gözlerindeki sevinç veya hayal kırıklığını görmüyoruz. Yoksullar bir yerde yaşıyorlar ve biz de bunlara belli aralıklarla yardım gönderiyoruz. Onların ve benim dünyamın ayrı oluşu bir gettolaşmaya imkan tanıyor. Günümüz toplumu bu gettoyu artırma, gettonun duvarlarını belki daha renkli ama daha sert, kalın hale getirmek üzerinden kuruluyor. Bu gettoyu oluşturduğunuz zaman içeride kendinizi özel hissediyor, dışarının oraya sirayet etmesine imkan vermiyorsunuz. Bu şartlar altında eylemlerimizin ne kadar ahlaki olduğunu sormamız gerekiyor.
#Fenerbahçe
#Fener Ol
5 yıl önce