|

Yazmak ve okumak birlikte düşünmenin yoludur

“Yazmak ve belki daha çok da okumak, bizim için bir araya gelmenin, bir arada bulunmanın, birlikte düşünmenin bir yolu gibi oldu” diyen Osman Bayraktar’la son kitabı Şiir ve Hayat’tan yola çıkarak kitapları üzerine konuştuk.

Yeni Şafak
04:00 - 14/10/2015 Çarşamba
Güncelleme: 00:21 - 14/10/2015 Çarşamba
Yeni Şafak
SELVİGÜL KANDOĞMUŞ ŞAHİN


' İzlek'ten sonra 'Şiir ve Hayat' kitabınız da İz Yayıncılıktan okuyucuyla buluştu. Şiir ve Hayat ile başlayalım. Niçin Şiir ve Hayat?


Kitabın başlığını bir soru olarak da alabilirsiniz, bir cevap olarak da. Zaten hayatta soru ve cevaplar her zaman iç içe değil midir? Doğru soruyu sorabilmişseniz, cevabın yarısını da bulmuşsunuz demektir. Sana her ne kadar özünde bir soyutlama olsa da, eser hayat akışı içinde bir yerlerde şekilleniyor. Eserle yazarın hayatı arasında ne kadar bir ilişki kurulabileceği konusu, teorik olarak tartışmalı bir alan. Ben, eserin bütünüyle yazarın kendisinden bağımsız olduğu kanaatinde değilim. Bu nitelikte eserler de var elbet, ancak onlar sanat eserinden çok bir reklam malzemesi ya da dizi filim senaryosu niteliğinde eserler. Bu nitelikteki eserleri küçümsemek için söylemiyorum. Bazıları gerçekten çok yüksek düzeyli zeka ürünü çalışmalar. Ne kadar güzel ve nitelikli olsa da bunlar ısmarlama ürünler. Başkaları esas alınarak üretilmiş. Bütün dünyaya pazarlanmak üzere tasarlanmış popüler nitelikli romanlar da böyle. Bu yüzden yüksek satış rakamlarına ulaşsalar da edebiyat dünyasında pek fazla yankısı olmuyor bu eserlerin. Sanat ürünü, özellikle şiir, şairin hayatıyla ne kadar bağlantılıysa etkisi de o denli yüksek oluyor. Bununla şiirden çıkıp, biyografiye ulaşmayı söylemiyorum. Şiirin içindeki o yaşanmışlık özünü, şiiri zihinsel bir tasarım olmaktan çıkartıp, sanat eserine dönüştüren o insani sıcaklığı anlamaya çalışıyorum.



“Yazabildiğiniz kadar çok yazın! Parmaklarınız kırılana dek yazın, yazın, yazın!” diyor Çehov 1886 yılında Marya Kiselyova' ya yazdığı mektupta. Bu bağlamda soracak olsam sizin yazıyla, kalemle muhataplığınız nasıldır, yazmaya dair bize neler söylersiniz?

Yazmak ve belki daha çok da okumak, bizim için bir araya gelmenin, bir arada bulunmanın, birlikte düşünmenin bir yolu gibi oldu. Yazma eyleminin bireysel bir uğraş olması yanında bu tutum biraz ironik durmakta, bunun farkındayım. Profesyonel yanı öne çıkmış, kendini sadece 'yazar' olarak gören bazı kalem erbabı için bu betimleme uygun olmayabilir. Ama benim, belki biraz daha cesaretle söylersem 'bizim' gerçeğimiz bu. Yazı yazıyorsak, bunu bir takım arkadaşlarla bir arada bulunmaya, dergilerin çevresinde bir araya gelmeye, kendimizi hep birlikte belli konularda sorumlu tutmaya borçluyuz. Yazmak, benim için bir düşünme biçimi, bir problem çözme yöntemi. Yazıya başlarken zihnimde dağınık halde, bazen sadece çağrışımlar düzeyinde bulunan düşünceler, yazım sürecinde derlenir, toparlanır, tutarlı bir bütün oluşturur. Yazı bir keşif sürecidir. Sanki kelimeler, cümleler alır sizi götürür düşüncenin saklı labirentlerine, yaşamın keşfedilmemiş yanlarına. Yazı ürüne dönüştüğü zaman okuyucunun bir malzemesi haline gelir; okuyucu kimi zaman tutar yüceltir bu malzemeyi, kimi zaman görmezlikten gelir. Sonuç ne olursa olsun, yazar için yazma sürecinin bizatihi kendisi değerlidir. Yazının yayımlanmasının belki, yazının sürekliliği anlamında bir katkısından söz edilebilir. Tabii bir de yazıdan sonra gelen geribildirimlerin katkısı.



BU ÇEMBER YÜZEYSEL ELEŞTİRİLERLE AŞILMAZ


İzlek, 'Sükût Sancısıyla' başlıyor. “ Söz hakikati dile getiremiyorsa eğer, hakikati korumak için sükût girer devreye. Kalem yıkıcı bir kılıçtır; acıyla birlikte şifa getirir.” diyorsunuz. Bu bağlamda soracak olsam yaşadığımız dönemde, yazın dünyasına ve yazarlara dair neler söylersiniz?

Yazıda bahsedilen Mehmet Akif'in, 1923'den sonraki durumalışı ile ilgili. Sözünü istediği gibi söylemenin anlamını kaybettiği bir ortamda, suskunluğu seçmek. En zor koşullarda destan boyutunda şiirler söyleyen bir şair susmuşsa, elbette bu suskunluğun doğurgan bir anlamı olmalı. Mehmet Akif gibi bir söz ustası, yazmak, konuşmak isteseydi, her şeye rağmen günün koşullarında bunun bir yolunu bulabilirdi. Ancak içinde bulundukları ortam o kadar absürt ki, sözün bir anlamının olmayacağının farkında. Bu durumu biraz da Mehmet Akif ve kuşağının macerasıyla birlikte düşünmek gerekir. Onların şahsi deneyimlerinden çıkarak genellemeler yapmak anlamlı da olmayabilir. Nitekim onlardan sonra farklı yazarlar, aydınlar çıktı, sözlerini farklı biçimlerde söylediler. Sözlerine karşılık dergilerinin, gazetelerinin kapatılması, kitaplarının toplatılması, özgürlüklerinin kısıtlanması gibi yaptırımlarla karşılatışlar. Buna rağmen, söyleyecek sözü olan, sözünü hayatı kadar değerli bulan yazarlar bir şekilde sözlerini söylemekten geri durmadılar. Günümüz koşullarından baktığımızda sadece bir söz söylemenin yaşamsal bir bedelinin olmasını hakkıyla kavrayamayabiliriz. Geçmişteki olguları, realiteleri bildiğimiz halde kavrayamayabiliriz. İki binli yıllara kadar da bu şartlar farklı şekillerde varlığını sürdürdü. Şimdi aydın olarak, düşünen insanlar olarak muhatap olduğumuz durum daha farklı. Savcı, polis baskısı yok üzerimizde çok şükür. Ancak yaşadığımız dönemde adına ister modernizm ister çağdaşlık diyelim Batı değerleri öylesine çevremizi kuşatıp kurumsallaştı ki, bu çemberi yüzeysel eleştiriler, hamasi söylemlerle aşma imkânımız yok. Daha kapsamlı, daha derin ve bütüncül durumalışlara ihtiyacımız var.







ARALARINDAKİ BAĞ YÖNTEM BAĞIDIR


“Mehmet Akif, içinde hapsolan, bir cehenneme dönüşen söz okyanusunu muhafaza etmek için derin acılar çekti; ama ne kendini ne de hakikati değiştirdi.” diyorsunuz ve bu yolun yolcusu olan isimler hakkında yazılarınızı okuyoruz. Bu mümtaz şahsiyetlerin sizde uyandırdığı ortak özellikleri nelerdir?

Yüz elli yıldır bizim toplumuzda düşünceyi en güçlü biçimde yazar ve sanatçılar, özellikle de şairler temsil ediyor. Toplumumuzun, kıyaslamalı olarak Batı karşısında zayıf kalmasından itibaren aydınlar arasında çözüm arayışlarına yönelik çabalar da çoğaldı, çeşitlendi. Bir kısım aydınımız çıkış yolunu bütünüyle üstün olanın, Batı'nın değerlerini kabul etmekte buldu. Yeni devletin kurumsal yapısı da bu düşünce etrafında şekillendi. Mehmet Akif'in de içinde bulunduğu bir kısım aydınlar grubu ise toplumun yeniden ayağa kalkmasının ancak bin yıldır toplumumuzu şekillendiren temel değerlerin özümsenmesi ve yeniden yorumlanması ile mümkün olacağı temel tezine bağlı kaldılar. Burada zikredilen Mehmet Akif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç'un edebiyat anlayışlarına baktığımızda, bu konuda aynı tutuma sahip olmadıklarını rahatlıkla söyleyebiliriz. Aralarındaki bağ, edebiyat bağı değil, düşünce ve yönelim bağıdır. Daha açık bir ifade ile geriye doğru bu tanımlamayı yapan ve bundan gelecek için bir perspektif çıkaran Sezai Karakoç'tur. Sezai Karakoç, temel yönelimleri esas alarak, bu çizgiyi Diriliş düşüncesinin esası haline getirdi. Bugün bu yaklaşım temelinde oluşan bir edebiyat ve düşünce akımının varlığından söz etmek mümkün hale geldi. Sezai Karakoç'tan sonra zikrettiğiniz isimler bu temel yönelime bağlı kalarak eser veren, bu durumalışı koruyan yazar ve sanatçılar.






#Şiir ve Hayat
#Mehmet Akif
#Necip Fazıl
9 yıl önce