|

Huzursuz kalplere ilaç

Bizler elbette toplumu dönüştürecek güçte değiliz. Bu nedenle toplum bizi kendisine benzetir. Zaten şu anda içinde olduğumuz durum da bu. Kendimiz savrulduğumuz gibi ailemiz de savruluyor. Çocuklarımız değerlerinden uzak yetişiyor. Onlara istediğimiz güzellikleri ve bilinci veremiyoruz. Kendimiz yapamıyoruz ki onlardan isteyelim. Neye üzüleceğimizi bile şaşırmış durumdayız.

04:00 - 9/04/2023 Pazar
Güncelleme: 05:39 - 9/04/2023 Pazar
Yeni Şafak
İstanbul, Arşiv.
İstanbul, Arşiv.
Enbiya Yıldırım

İnsan büyük şehirlerde yürürken etrafından hızlıca geçip giden kalabalıkların yüzlerine baktığında neredeyse mutlu bir yüz göremez. Herkes sağa sola bir koşturmaca içindedir ve zihinlerinde gezinip duran problemleri yüzlerine aksetmiştir. Kalabalıklar aynı zamanda dünyanın bütün sorunlarının ve dertlerinin bir araya toplandığı yerlerdir. Etrafınızda yürüyen insanların her birini konuşturma imkânınız olsa, hepsinin farklı farklı onlarca sorunu olduğunu görürsünüz. Bu nedenle, ne kadar insan demek o kadar sorun demektedir.

Küçük şehirlerde yaşayanların fazla acelesi yoktur. Aheste aheste alışverişlerini yaparlar, bütün işlerini bitirdikten sonra geriye harcayacak çok zamanları kalır. Nasıl kalmasın ki, şehrin bir caddesi vardır ve bunu bir ileri bir geri arşınlamak sadece yarım saatlerini alır. Geriye kalan zamanı doldurmak için “acaba ne yapabilirim” sorusu zihninde beliriverir. Ama büyük şehirler öyle değildir. Karmaşa ve sorunlar insanları sabırsız ve tahammülsüz yapmıştır. Herkesin acelesi vardır. Beklemek ölüm gibi gelir. Hele kuyrukların oluştuğu yerlerde sıranın hızlı ilerlemediği görülsün, vaveylanın kopmasına ramak kaldı demektir.

Büyük şehirler kent halkının yaşama sevincini alıp götürdüğünden, Anadolu insanının yüzünde görmeye alışkın olduğunuz asudelik ve rahatlık büyük şehir insanının yüzünde yoktur. Gözlerin feri gitmiştir, kalplere inen kasavet yüzlere aksetmiştir. Mutsuzluk herkesin birinci özelliği olmuştur. Güven duygusu kaybolmuştur. Tanımadığınız bir yüze baktığınızda çoğu kez endişeye kapılırsınız. Velfecr okuyan gözlere bakınca, acaba sizin için ne hinlik düşünüyor korkusuna kapılırsınız. Karşıdakinin bir delilik de dahil her an her şeyi yapabilecek biri olduğunu düşünürsünüz. Cebinize, çantanıza dikkat kesilirsiniz. Hatta o kadar korkarsınız ki, yalnız başınıza sessiz ve sakin sokaklarda yürümekten ürperirsiniz. Karşıdan gelenin canınıza kast edeceğini vehmederek ayaklarınız birbirine dolanır. Esasında haksız da değilsinizdir. Öğle namazını eda etmek için Fatih Camii’ne gittiğinizde, caminin hemen bitişiğine bıraktığınız arabanızın camının kırıldığını ve eşyanızın çalındığını görebilirsiniz. Sözün özü namaza bile kendinizi veremezsiniz. Acaba ayakkabılarım çalınacak mı diye kalbinizden tartıp durursunuz. Şeklen namazdasınız ama aklınız ayakkabılardadır. Velhasıl büyük şehirde her gün tetiktesinizdir. Acaba çocuklarım okuldan kazasız belasız gelecek mi, evde yokken içeri hırsız girer mi, arabam gece çalınır mı? O kadar çok endişe taşırsınız ki, şöyle bir rahat nefes alıp kendinizi huzurlu hissedemezsiniz.

Küçük şehirlere alışmış olan insanlar, yukarıda saydığım nedenler yanında caddelerde kimseye omuz vurmadan yürümenin neredeyse imkânsız olması, bir yere gitmek için saatlerce trafikte zaman harcanması, hastanelerin ağzına kadar dolu olması ve pahalılık nedeniyle şehrin abuk yüzüne tahammül edemezler. Orada yaşamalarının çok zor olduğunu anlarlar. Nitekim iş güç nedeniyle belli bir yaştan sonra büyük şehirlerde yaşamak durumunda olanlarla konuştuğunuzda göç ettikleri küçük şehrin özlemini her dem dile getirdiklerini görürsünüz. Herkes bir koşturmaca içinde olduğundan, oturup geniş geniş muhabbet edecek bir arkadaş bulmakta bile zorlanırlar. Bir kere yaşanan hayatın büyük şehirde telef edilmeyecek kadar değerli olduğunun farkındadırlar ancak dönemeyecekleri bir yola girmişlerdir bir kez.

Etrafımıza baktığımızda civarımızda dolananların kalplerini kasavetin kapladığını görürken esasında bizim de pek farklı olmadığımızı fark etmeyiz. Sokaktakiler gibi aynı şehri teneffüs eden ve aynı sorunlarla her gün yüzleşen bizler aynı şehrin bir ferdi olarak dışımızdakilerle aynîleşmişizdir. Bunun farkında da değilizdir. Zira bu şehri etrafımızda gördüğümüz ahaliyle beraber bu hale hep beraber sokuyoruz. O yüzden yüzümüze sirayet eden kasaveti aynaya baktığımızda anlamakta zorlanabiliriz.

Bütün bu kasavet hali hayatımızın dört bir yanını kuşatıyor. Hiçbir şeyden lezzet alamıyoruz. Ne işimizden, ne ibadetimizden, ne gezmemizden, ne dinlenmemizden… Zihnimiz bizi esiri almış problemlerle yoğrulup durduğundan kendimize gelemiyoruz. Sabah yataktan kalktığımızda bedenen bir nebze dinlenmiş olsak bile zihnen yorgunluk hissediyoruz. Çünkü rüyalarımızda bile şehrin bizleri sarmalayan sorunlarıyla ilgili rüyalar görüyoruz.

Kur’an ve hadislerin insanları sakındırdıkları dünyaya dalmak hali işte bu olsa gerek. İnsan namaza duruyor, ama aklı hesaplarında… İkinci rekâtta birinci rekâtta ne okuduğunu kesinlikle hatırlamıyor. Çoğu kez de namazı otomatiğe bağlamış gibi kılıyor. Yatıyor, kalkıyor ama bedeni bir yerde ruhu başka bir yerde… Namaz sonrasında kendisine “sen şimdi namazı eda ettin öyle mi” diye soracak olsanız, vereceği cevap “Hakkını hiç veremedik ama Allah inşallah kabul eder” olacaktır. Sorunlarını dış kapının önüne bırakamadığından, evde çocuklarıyla her sıkıntıdan uzak bir yemek yiyemez. Oysa birkaç yıl sonra büyüyüp yuvadan uçacak olan çocuklarıyla bu şekilde toplanma imkânı kalmayacaktır. Bunu bilmesine rağmen aile sofrasını bir muhabbet ortamına çeviremez.

Bütün bu sorunların temelinde hayatı bireysel yaşamamız yatıyor. Kendi içimize kapandık. Beraber dertleşeceğimiz, sorunlarımızı açacağımız ve Allah için birbirimizi uyaracağımız dost çevremiz kalmadı. Dışarıdaki arkadaşlıklarımız tamamen iş merkezli. İnsanlarla iş icabı görüşüyoruz, bizleri bir araya getiren nedenler ortak menfaatlerimiz. Hayatımızın yirmi dört saatinde Allah anılmadığından, oluşan boşluğu dünya dolduruyor. İnancımızla yaşadığımız hayat arasında sıkışıp kaldık. Bir araya geldiğimizde lafladığımız meselelere bir bakın. Allah’ı hatırlatan, ahirete yönelten, kusurlarımızı tedavi eden, daha iyi insan olmamızı teşvik eden ve bir arada olmamız hasebiyle hepimizi mutlu eden bir hava var mı? Bu yok. Çünkü insanlarla Allah için bir araya gelmiyoruz.

Bizler elbette toplumu dönüştürecek güçte değiliz. Bu nedenle toplum bizi kendisine benzetir. Zaten şu anda içinde olduğumuz durum da bu. Kendimiz savrulduğumuz gibi ailemiz de savruluyor. Çocuklarımız değerlerinden uzak yetişiyor. Onlara istediğimiz güzellikleri ve bilinci veremiyoruz. Kendimiz yapamıyoruz ki onlardan isteyelim. Neye üzüleceğimizi bile şaşırmış durumdayız.

Böyle devam ettiğimiz sürece bu şehir bizi ve ailemizi tamamen kendisine benzetecek. Ama artık hayatımızda rabbimize bir alan açmak zorundayız. Kur’an okumalı, nafile oruçlarla ve namazlarla günlerimizi bezemeli, sözün özü gerçek anlamda kulluk yapmaya çalışmalıyız. Ve bir arkadaş çevremiz olmalı, tamamen Allah rızası için bir araya geldiğimiz. Beraber kitap okuduğumuz, dünyevî mesellerden uzaklaştığımız ve birbirimize Allah’ı hatırlattığımız… Hayatımızın bir yanından bunu yapmaya başlarsak kalplerimize bir sükûnet gelecektir.


#İnsan
#Bireysel yaşamak
#Kur’an ve hadisler
#Enbiya Yıldırım
1 yıl önce