|

Orucun ve Ramazan'ın bilinmeyen tarihi

Ramazan ayına yaklaştığımız son günlerde Ramazan'a dair bilinmeyenleri Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü'nden Öğretim Üyesi Mustafa Demirci, Derin Tarih okuyucuları için yazdı. Ramazan orucunun ne zaman farz kılındığı, Yahudilerin ve Hıristiyaların orucunun tarihi, bayram namazı ile ilgili çarpıcı ayrıntılar bu yazıda kaleme alındı.

Yeni Şafak
09:00 - 30/05/2016 Pazartesi
Güncelleme: 15:49 - 1/06/2016 Çarşamba
Derin Tarih

Ramazan ayı kapımızı çalarken yüksek bir nostaljik beklenti oluşur her yıl; zira çok daha coşkulu ve anlamlı geçen eski Ramazanların özlemi yakalar hepimizi. Bu beklenti Hz. Peygamber'in (sas) yaşadığı Asr-ı Saadette oruç ve Ramazan'ın nasıl yaşandığı konusu gündeme geldiğinde bir kat daha artar.



Halbuki oruç, Hz. Peygamber'in nübüvvetinin ortalarında farz kılınmış, onun döneminde toplam dokuz Ramazan yaşanmış, bunun ikisi (Bedir ve Mekke'nin fethi) savaş ve sefer mevsimine denk geldiğinden Hz. Peygamber ve ashabın çoğunluğu Ramazan ayını seferde geçirmiştir. Dolayısıyla Hz. Peygamber ve sahabeler toplam yedi Ramazanı birlikte geçirebilmişlerdi.



Bir toplumda herhangi bir uygulamaya dair gelenek ve kültürün oluşmasının belli bir zaman aldığı düşünülürse Hz. Peygamber (sas) döneminde Ramazana ilişkin örf ve âdetlerin oluşması ve toplumsal bir zemin bulması için oldukça erken sayılır.



Mesela kaynaklarda bugünkü gibi coşkulu ve toplu teravih namazlarının kılındığına ilişkin neredeyse hiçbir bilgi bulunmamaz. Kaldı ki, teravihin 20 rekâtının da toplu olarak cemaatle kılınması âdetinin Hz. Ömer döneminde başlaması, Ramazan ayına ilişkin âdetlerin oluşumunun belli bir zaman aldığını teyit eder.



Dolayısıyla İslamın ilk yıllarına ait bugünkü anlamda toplu teravihler, hatimler, iftar programları, özel iftar ve sahur menüleri, Ramazan pideleri gibi toplumca kabul edilen uygulamalardan bahsetmek zor görünüyor.



Zaten elimizdeki kaynaklar ve rivayetler ağırlıklı olarak Hz. Peygamber'in oruç ibadetinin uygulanmasına ilişkin emirlerine yoğunlaştığından orucun o dönemdeki toplumsal yansımalarına dair yeterli veriye sahip değiliz.



Kur'an-ı Kerim'in “Ey iman edenler! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılınmıştır" (Bakara 183) ayetinde vurgulandığı üzere oruç, insanlığın dinî tarihi boyunca geniş uygulama alanı bulmuş bir ibadettir.



İslamın ortaya çıktığı Mekke ve Medine'de yaşayan Araplar ve Yahudiler arasında da kökenleri Hz. İbrahim ve Hz. İsmail zamanlarına uzanan oruç ibadetlerine rastlanmaktadır.



Örneğin Mekke ve çevresinde Hz. İbrahim'in dinini sürdürmeye çalışan çok az sayıdaki (dört kişi) hanifler, Hz. İbrahim'in sünneti olarak her ayın üç gününü oruç tutarak geçiriyorlardı.



Cahiliye Arapları “Recebu'l-Esam" ve “Şehr-i Mudar" dedikleri Recep ayında da oruç tutuyorlar, aynı zamanda Hz. İsmail'den kaldığına inandıkları “Aşura" orucunu kaçırmamaya özen gösteriyorlardı. Hz. Peygamber'in de Ramazan orucu farz kılınıncaya kadar bu orucu tuttuğunu hatırlatalım.



Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiğinde burada ve yakınındaki Hayber, Vadi'l-Kura ve Fedek'te yaşayan Yahudilerin de tuttukları oruçlar vardı. Bunların başında gelen “Yom Kippur" denilen oruç, Hz. Musa 10 emri almaya gittiğinde Yahudilerin bir buzağıya tapmalarının kefareti olarak tutulurdu. 12 yaşına giren (Bar Misva) her Yahudi bu orucu tutmakla yükümlüydü.



Oruç güneşin batmasıyla başlar, ertesi gün aynı saatte yıldızların görünmesine kadar devam ederdi. Oruç vaktinin bittiğini ise “şofar" denilen bir boynuz öttürerek duyururlardı.



Bunun dışında Yahudiler Kudüs'ün tahribi ve Hz. Musa'nın Firavun'un zulmünden kurtuluş günlerinde “Aşura" orucu tutarlardı. (O gün Firavun suda boğulmuş, Hz. Musa da Allah'a şükür için oruç tutmuştu.) Bu, İslam öncesi Arap ve Yahudi toplumları arasında en yaygın oruçtu.



İncil'de Hz. İsa ve havarilerin de oruç tuttuğundan bahsedilir. Hıristiyanlıkta kilisenin üçüncü emri olan bu ibadet zamanla perhize dönüştürülmüştür.



Hz. İsa'nın çarmıha gerildiği gün “Izdıraplar Cuması" adıyla oruç tutan Hıristiyanlar, ayrıca Hz. İsa'nın yakalandığı Çarşamba, çarmıha gerildiği Cuma ve gömüldüğü Cumartesi günleri de oruçla mükelleftirler. Hz. Peygamber onlara benzememek için özellikle bu günlerde Müslümanların oruç tutmasını yasaklamıştır.



Bunun dışında Hıristiyanlar “Büyük Perhiz" (Cemre) denilen 40 günlük bir oruç tutarlar. Hz. İsa'nın tuttuğu bu oruç ancak 3. asırdan sonra Hıristiyanlar arasında adet haline gelmiştir.



Muharrem'in 10. gününe tekabül eden Aşura günü tüm ilahî dinlerde önemli bir gün olarak değerlendirilir ve oruç tutulur. Hz. Adem'in tövbesinin kabul edilişi ve yeryüzüne inişi, Hz. Nuh'un gemisinin tufandan kurtularak Cudi Dağı'na inişi, Yunus Peygamberin balığın karnından, Yusuf Peygamberin kuyudan çıkışı, Hz. İbrahim'in ve Hz. İsa'nın doğu mu, Hz. Yakub'un gözlerinin açılması, Hz. Musa'nın Firavun'un zulmünden kurtuluşu gibi olayların Aşure gününde gerçekleştiğine inanılır.



Hz. Peygamber Medine'ye hicret ettiğinde de Medineliler arasında Aşure orucu geleneği vardı. Başlangıçta “Biz Hz. Musa'ya sizden daha layığız" diyerek o gün oruç tutarak Müslümanların da oruç tutması için tellal çıkarmış ve herkesin bu ibadeti yerine getirmesini emretmişti.



Ancak Ramazan orucu farz olunca “isteyen tutar, isteyen terk eder" diyerek nafile yaptığı bilinir. Hatta ölümünden bir yıl önce Yahudiler Aşure orucunu 10. gün tutuyorlar denilince, “gelecek yıl dokuzunda tutacağım" sözleriyle onlara muhalefetini göstermişti.



Hanımlar bayram namazında


Bugünkü oruç ibadeti, Hz. Peygamber'in risaletinin ortalarında, Medine'ye hicretinden yaklaşık iki yıl sonra ve Bedir Harbi'nden bir ay önce farz kılınmış, hatta Müslümanlar ilk Ramazanı Bedir'de geçirmişlerdi. İslam ibadet tarihinde orucun; tevhid ve namaz gibi ibadetlerin yerleşip Kur'an'ın emir ve yasaklarına yönelik alışkanlıklar yerleştikten sonra tedricen gelip geç farz kılınması dikkat çekicidir.



Başlangıçta gelen emir, oruç tutmakla fakir bir Müslüman'ı doyurmak arasında serbest bırakmıştı. Sonra bundan vazgeçilerek orucun kesin olarak tutulacağına dair emirler geldi. Yalnız oruç tutamayacak durumdaki hasta ve yaşlılar ile mazereti olanlara, tutamadıkları oruçlarına karşılık bir fakiri doyurma hakkı verildi.



  • İbn Kayyım el-Cevziyye orucun bugünkü halini alıncaya kadar üç devreden geçtiğini söyler:
  • 1) Tutup tutmama konusundaki serbest bırakılma devresi,
  • 2) mecburi tutuluşu ve
  • 3) kıyamete kadar geçerli olmak üzere şeriatın karar kıldığı bugünkü şekli...
  • İslam dinindeki orucun üç temel maksadı vardır:
  • 1) Kur'an bu ay içinde indiğinden Kur'an vahyinin başlangıcını kutlamak.
  • 2) Bir ay boyunca toplum olarak etkili bir “nefis disiplini" ve “irade güçlendirme" eğitimi yapmak.
  • 3) Herkese kendi tecrübesiyle açlığı ve susuzluğu tattırmak, böylece yoksulların ve yokluğun gerçek anlamını kavramak.

İbn Kayyım, “

Oruç ibadeti, saf insan fıtratının sağlıklı çalışması ve onu kötülüklerden koruması için Allah'ın bir ihsanı, koruyucu kalkanı ve perhizidir"

der (Zâdu'l-Meâd, II, 622).



İslam tarihinde oruca yönelik en tartışmalı meselelerden biri de oruca başlama tarihinin belirlenmesidir.



Hz. Aişe'nin rivayetine göre Hz. Peygamber (sas) oruç ayının başlamasını doğru tespit edebilmek için bir ay öncesinden, Şaban ayından itibaren ayı gözlemeye ve takibe alarak Ramazanı doğru tespit etmeye çalışırdı.



Ayın tam olarak görülmesiyle oruca başlayan Hz. Muhammed şayet sis veya buluttan dolayı ay görülmezse Şaban'ı 30'a tamamlardı. Bir defasında Abdullah b. Ömer'i hilali gözlemek için göndermiş, onun hilali gördüğünü haber vermesi üzerine müezzini Bilal-i Habeşi'ye emrederek oruca başlama duyurusu yapmıştır.



“Siyah iplik beyaz iplikten ayırt edilinceye kadar yiyip içiniz" ayetinin lafzına bakarak yeni Müslüman olmuş bazı kimseler (Adiy b. Hatem), biri beyaz, diğeri siyah iki iplik alarak vakti tespit etmeye çalışmışlardı. “Ya Rasûlallah! Bu beyaz iplikle siyah iplikten murat nedir? Bunlar gerçek manada iplik midir?" diye sorulunca Hz. Peygamber -dişleri görününceye kadar gülerek- “Şayet ipliklere baktıysan sen gerçekten pek kalın kafalıymışsın. Bundan maksat, gecenin karalığı (siyah iplik) ile gündüzün aydınlığıdır (beyaz iplik)" buyurmuştur.



Oruç vaktinin girişini belirlemek için Hz. Peygamber Ramazan gecelerinde ilki Bilal-i Habeşi'ye, ikincisi Ümmü Mektum'a olmak üzere müezzinlerine iki ezan okuturdu. Bilal'in ezanı vaktin yaklaştığını (fecr-i kazib) duyururdu. Ümmü Mektum'un ezanı ise vaktin bittiğini (fecr-i sadık) ilan ederdi. Bundan dolayı Hz. Peygamber “Ümmü Mektum'un ezanını işitinceye kadar yiyip için" buyurmuştur.



Hz. Peygamber Ramazan ayında diğer aylardan farklı olarak daha çok ibadet etmeye çalışır, her zamankinden daha cömert davranırdı. Öyle ki, sahabeler onun bu ayda “esen rüzgardan daha cömert" olduğunu söylerler.



Hz. Muhammed gündüz orucuna ilaveten iftardan sonra gece de orucuna devam eder (Visal orucu); fakat kendisinin Allah tarafından yedirilip içirildiğini söyleyerek diğer Müslümanların bu orucu tutmasına izin vermezdi.





Gece orucu da vardı


İbadetlerde aşırıya gidilmesine müsaade etmeyen Peygamberimiz bir hadisinde “Ümmetim fıtrat üzeredir, iftarda acele eden hayır üzeredir" sözleriyle orucu diğer dinlerde olduğu gibi insanı zorlayan bir ibadet haline getirmemiştir.



İlk Müslümanlar geceleri de oruç tutarlardı. Daha sonra sahur ve gece yeme-içme ruhsatı ile oruç kuralları hafifletilmiştir. Bakara suresinin 187. ayetinde, “Gündüz orucundan sonra gece kadınlarınıza yaklaşmanız helaldir. (…)Allah bu konuda kendinizi sıkıntıya sokacağınızı bilir; bu yüzden size mağfiret ile yönelmiş ve bu zorluğu üzerinizden kaldırmıştır" buyurulmaktadır.



Ramazan sonunda kutlanan bayram ve kılınan bayram namazı İslam dünyasının en coşkulu günüdür. Bu uygulamanın Hz. Peygamber devrinde de büyük bir sevinçle kutlandığı anlaşılıyor.



Hz. Peygamber bayram günü mutlaka banyo yapar, aile fertlerine de bunu tavsiye ederdi. Bayram namazı cemaatin çokluğundan dolayı mescidde değil, “musalla" (namazgâh) denilen bir meydanda kılınırdı. Bir defasında bayram günü yağmur yağmış, cemaat ıslanınca da Hz. Peygamber bayram namazını mescitte kıldırmıştı.



Aynı hadise Hz. Ömer zamanında da yaşanmış, halk ıslandığı için musallaya gitmek istememişti. Bunun üzerine Hz. Ömer cemaati mescitte topladı ve namazı orada kıldırdı. Hutbeye başlarken, “Ey cemaat! Allah Resûlü namazını daha geniş ve ferah olduğundan musallada kıldırırdı. Mescit cemaati almazdı. Yağmur olunca mescidde kılmak zorunda kaldık" dediği bilinir.



Namazdan sonra okunan hutbenin namazdan önce okunması geleneği ise Emeviler döneminde, Halife Mervan b. Hakem zamanında başlamıştır. Musallaya ilk kerpiç minberler de yine bu dönemde konulmuştur.



Asr-ı saadette kılınan bayram namazlarında dikkat çeken bir özellik de, Müslüman hanımların namaza katılmalarıdır. Bir rivayette, “Örtülü hanımlar ve bakire kızlarla birlikte bayram namazına çıkmakla emrolundular. Özel durumu olan hanımlar da namaza katılıyorlardı, fakat cemaatin en arkasında otururlar, sadece tekbirlere iştirak ederlerdi" denilmektedir. Burada “örtülü" vurgusu, bazı hanımların örtü (cilbab) bulamadıklarından namaza katılmadıklarına delalet eder.



Hz. Peygamber kıldırdığı bayram namazlarında hanımların hutbeyi duymadıklarını düşünerek minberden indikten sonra onların bulunduğu yere gider, kendilerine nasihatte bulunurdu.



Görüldüğü gibi oruç ilahî dinlerin en önemli ibadetlerinden biri olmakla birlikte aynı din içinde bile kültür ve coğrafyaya bağlı olarak zamanla farklı gelenek ve adetler oluşmuştur. Bu farklılıklara rağmen İslam dünyasında oruca dair değişmeyen şey, sadece bedensel bir arınmaya değil, toplumsal ilişkilerin güçlenip sosyal devletin gelişmesine de imkân sağlamış olmasıdır.



O halde şöyle diyebilir miyiz: Oruç tutmak, topluma tutunmaktır bir anlamda!


#Ramazan
#Oruç
#Kur'an-ı Kerim
8 yıl önce