: 2009, İrlanda-ABD ortak yapımı
Syracuse, İrlandalı, orta yaşlı ve dul bir balıkçıdır. Denize açıldığı bir gün ağlarına takılan gizemli bir kadınla birlikte hayatı değişir. Küçük kızı Annie azgın dalgalar arasından çıkıp gelen bu güzel varlığın bir “deniz kızı” olduğuna inanmaktadır. Syracuse ise kızının fantastik iddialarına uzunca bir süre inanmamakla birlikte, denizin kendisine armağan ettiği Ondine'a da delicesine âşık olmuştur. Ancak, kahramanımızın gönlünü fetheden bu kadına tutkuyla bağlı başkaları da vardır.
1950 doğumlu İrlandalı yönetmen Neil Jordan, sinema dilinin kimilerine bir hayli soğuk gelmesine rağmen, benim ise çalışmalarını uzun yıllardır büyük beğeniyle takip ettiğim kendine özgü bir sanatçı… Gişeye en fazla göz kırpan filmlerinde bile bütünüyle sistem dışı görünen bir sineması var Jordan'ın. 2007 yılında çektiği Jodie Foster'lı “Cesur Kadın” (The Brave One) haricinde de Hollywood'un üretim yapısı ve ona egemen olan yalama sinema diliyle ilişkilerini mümkün mertebe mesafeli tutmaya çalışan bir tavrı var ki sırf bu bile onu baş tacı etmem için yeterli bir neden…
Filmde Jordan'ın fetiş oyuncusu Stephen Rea'nın da küçük, fakat belirleyici bir yan rolü var. Ki kendisini şimdiye kadar beyazperdede neredeyse hiç gülerken görmediğim, bezgin suratıyla maruf bu Belfastlı ihtiyar kurdun da ayrıca hastasıyımdır. Kendisini yakından ve lâyıkıyla tanımak isteyenler varsa, onlara Rea'yı Stuart Gordon'un 2007 yapımı “Saplanıp Kalmış” (Stuck) adlı az bilinen başyapıtındaki zavallı sokak adamı Thomas Bardo rolünde izlemelerini salık veririm. Rekabet ve başarıyı alabildiğine kutsayan vahşi kapitalist düzende insanların gönüllerinin nasıl da kirlendiğini bundan daha güzel anlatan bir film az bulunur.
Jordan'ın hüzünlü öyküsündeki kare ası tamamlayan son kişi ise tekerlekli sandalyeye mahkûm Annie rolündeki bir diğer İrlandalı, küçük yıldız Alison Barry… Yönetmen, kurduğu sağlam kastın üzerine Christopher Doyle'un -bana büyük usta David Lean'in “İrlandalı Kız”ını hatırlatan- puslu İrlanda görüntülerini, her an yeni bir yağmura gebe kurşuni gökyüzünü, bütün bu kasvetli atmosferin altında kendince hayatlar süren küçük bir balıkçı kasabasını koyarak tabloyu pek güzel tamamlıyor. Zaten, işin ucunda bir de “imkânsız aşk” varsa, beyazperdede romantik öyküler izlemeye yatkın sinemaseverlerin değmeyin keyfine gitsin!