|
Türkler ve Kürtler...

İçişleri Bakanı Beşir Atalay “Demokratik açılım süreci”nin mahiyetini şu sözlerle özetlemişti hatırlarsanız:

“Hedefimizin gerçekleşmesi halinde hepimiz bu ülkede refah, huzur içinde yaşayacağız. Bu nedenle biz bu sürece milli birlik ve kardeşlik projesi dedik”

Atalay sözlerine şöyle devam etmişti:

“Demokratik açılım ve milli birlik projesi alanında yapılacak her türlü düzenleme, devletin üniter yapısıyla milli birlik ve bütünlüğümüzün korunmasını ve güçlenmesini, demokratik toplum yapısının geliştirilmesini, iç güvenlik uygulamalarının sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel boyutları da kapsayacak şekilde etkin hale getirilmesini, temel hak ve özgürlüklerin çağdaş anlamda kullanılabildiği güvenli bir ortamın oluşturulmasını amaçlamaktadır. Bütün hedefimiz bu.''

30 yıl önce “Kürtçe” yayın yapan bir televizyon kanalı kurulacak denilseydi hiç kimse bu sözlere inanmayacağı gibi, bunu söyleyenin başına da türlü belalar gelirdi.

Nitekim merhum Turgut Özal''ın Kürtçe yayın konusundaki girişimleri “Türkiye bölünür” gerekçesiyle akamete uğratılmıştı.

Kimi çevrelerde etkili olan bir “bölünme” korkusunun Kürt sorununun çözümlenmesini geciktirici rol oynadığı bir gerçektir.

Ama bu “bölünme korkusu”nun daha çok bir vehimden ibaret olduğunu kabul etmek gerekiyor.

Bakın Kürtçe yayın yapan bir televizyon kanalı aylardır yayında ve bu yayın nedeniyle bir bölünme olabileceğinden kimse söz etmiyor artık.

Türklerle Kürtlerin kültür ve tarihlerinin birbirine karıştığını ve bu iki unsuru biribirinden ayırmanın ne Türklere ne de Kürtlere fayda vermeyeceğini aklıselim olan anlar.

Belki genç kuşaklar Türkçülüğün fikriyatını kuran Diyarbakırlı mütefekkir Ziya Gökalp''in “Kürt aşiretleri hakkında sosyolojik tetkikler” başlıklı bir araştırma yaptığını bilmiyor olabilirler.

İttihat ve Terakki''nin mürşidi olan Gökalp, Birinci Cihan Harbi''nin sonunda İngilizler tarafından Malta''ya gönderilen siyasi sürgünler arasındaydı.

1921''de sürgünden döndükten sonra kısa bir süre Ankara''da ikamet etti. O dönemde Ankara Hükümeti meşhur İttihatçılara mesafeli durduğundan Ziya Gökalp memleketi Diyarbakır''a gitmişti.

Ankara Hükümeti''nde Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili olan Dr. Rıza Nur, Diyarbakır''da “Küçük Mecmua”yı çıkarmaya hazırlanan Gökalp''e bir mektup yazarak Kürt aşiretler hakkında sosyolojik bir araştırma yapmasını ister.

Dr. Rıza Nur''un amacı Kürtlerin Türk olduklarını ispat ettirmekti ama Gökalp''in yaptığı çalışma bu teze uygun çıkmamıştı.

Türklerle Kürtlerin birliğini savunan Gökalp, bu meselenin etnik bir mesele olarak ele alınmasını doğru da bulmuyordu.

O daha çok, Türklerle Kürtlerin tarihsel, dinsel ve kültürel olarak içiçe geçtiklerini öne çıkarıyordu.

Gökalp görüşlerini Küçük Mecmua''da yazdığı makalelerle de dile getirmişti.

Diyarbakır ve havalisinde Türkleşen Kürtler de vardı, Kürtleşen Türkler de. Çünkü Türkler de Kürtler de etnik kökenleri bugün ele alındığı biçimiyle bir milliyetçilik ve ulus-devlet formatında değerlendirmiyorlardı.

Türkmen ve Kürt aşiretleri biribirine karışmakta ve hatta karışmış halde ayrı birer aşiret haline gelmekte de bir beis görmüyorlardı.

Ziya Gökalp üç ay içinde tamamladığı araştırmasını dört nüsha halinde hazırlamıştı.

Dört nüshadan biri, Atatürk''e, ikincisi Rıza Nur''a, üçüncüsü de Bektaşiler ve Alevi aşiretler hakkında bir araştırma yapan Baha Said''e gönderilmişti.

Yaptığı araştırmayı bir kitap olarak basmayı tasarlamıştı Gökalp ama ömrü vefa etmedi.

Raporun bölümleri bazı yerel gazetelerde yayımlandı.

Söz konusu rapor eksik olarak 1975''de Komal Basım Yayın Dağıtım tarafından neşredildi.

Tabii Gökalp''in bu araştırması Türkçü çevrelerde kuşkuyla karşılandı.

Gökalp''in araştırması eksiksiz olarak 1992''de Şevki Beysanoğlu tarafından yayıma hazırlandı.

Beysanoğlu''nun hazırladığı kitap, Baha Said''e intikal eden nüshaydı.

Mustafa İslamoğlu''nun aktardığına göre Rıza Nur''un Sinoptaki kütüphanesinde bulunan nüsha 12 Eylül 1980''de Ankara''dan gelen bir emirle Ankara''ya gönderilmişti.

Herhalde büyük Türkçü Ziya Gökalp''in böyle bir araştırma yaptığının bilinmesi istenmiyordu.

“Yapı Kredi” yayınları “Ziya Gökalp''in bütün eserleri” başlıklı bir çalışmanın birinci cildinde sözkonusu araştırmayı yayımladıkları için isteyenler o kitabı edinip bir göz atabilirler.

Ama ben daha çok Ziya Gökalp''in “Küçük Mecmua”da yazdığı bir makaleden söz etmek istiyorum.

1922''de “Türklerle Kürtler” isimli makalesine Gökalp, Misak-ı Milli''nin etnografik hududunun Türkler ve Kürtlerle meskun yerler olduğunu hatırlatarak başlar.

Hiçbir Türk ve Kürt köyünün Misak-ı Milli hudutları dışında kalmasına razı olunmaması gerektiğini ifade eden Gökalp, “Bugün anavatandan uzak düşmüş bir Kürt Irakı ile bir Türk Irak''ı var: Bunlar Anadolu içtimai uzviyetinin koparılması mümkün olmayan canlı uzuvlarıdır” der.

Gökalp bu makaleyi Lozan antlaşması imzalanmadan önce yazdığını hatırlatmak gerekiyor.

Çünkü bugün bölgede şartlar değişmiştir.

Aynı makalede bakın Gökalp ne diyor:

“Milli misakımızın Türklerle Kürtlere aynı kıymeti , aynı ehemmiyeti vermesi gösteriyor ki bu iki millet arasındaki vefa bağları, sadakat rabıtaları her türlü tasavvurun fevkinde bir samimiliğe maliktir. Filhakika Meşrutiyetten beri devletimiz Kürtler yüzünden hiçbir rahatsızlığa uğramadı. Zira aşiret kavgalarından zarar gören yalnız aşiretlerdir. Bu kavgalar zannolunduğu gibi, ne hükümete karşı isyan, ne de ahaliye karşı şekavet mahiyetinde değildir. Balkan harbi gibi, Mütareke zamanları gibi en felaketli günlerimizde, bize dostluk elini uzatan, bizimle samimi dert ortaklığı eden bu vefalı millet değil miydi? Bugünkü İstiklal Mücahedesinde bütün heyetiyle iştirak edip Türklerle beraber “hep yahut hiç” diyen bu sadakatli millet değil midir? Türk nasıl olur da bu kadar samimi bir kardeşin, bu kadar hukukperver bir arkadaşın emsalsiz vefakarlıklarını , sayısız fedakarlıklarını unutabilir? Vakıa Kürt bu sadakat yolunda yürümekle aynı zamanda kendi varlığını, kendi kültürünü, kendi istiklalini de muhafaza etmiş oldu. Mübarek yurdu başka ülkeler gibi düşmanların murdar ayakları altında çiğnetmedi.”

Haçlı seferleri sırasında Türkler ve Kürtlerin, islam memleketlerini istila etmek isteyen ehl-i salib sürülerine karşı müşerek bir cihat yaptıklarını hatırlatan Gökalp makalesini şu sözlerle bitiriyordu:

“Hulasa, Türklerle Kürtler bin senelik müşterek din, müşterek tarih, müşterek bir coğrafya neticesi olarak hem maddi, hem manevi bir surette birleşmişlerdir. Bugün ise müşterek düşmanlar, müşterek tehlikeler karşısında bulunuyorlar. Bu tehlikelerden ancak müşterek bir azim ile kurtulabilirler. O halde büyük bir kanaatle diyebiliriz ki bu iki milletin birbirini sevmesi her iki taraf için hem dini, hem siyasi bir farizedir. Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir, Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir.”

Türkçülüğün kitabını yazmış bir adamın bu sözleri zevahiri kurtarmak amacıyla sarfetmediğini, tam aksine yürekten gelen bir feryadın eseri olduğunu hissediyorsunuz.

Bin yıldır tek bir millet gibi davranan Türkler ve Kürtler müşterek vatanda kardeşçe yaşamak istiyorlar.

Bunca teröre, bunca kışkırtmaya rağmen ülkemizde etnik bir çatışma çıkmamasının sebebi de tarihten ve inançtan gelen müşterekliğin tabii bir sonucu değil midir?

Yakın mazide olup bitenleri tarihin belli bir anında, belli nedenlerle meydana gelmiş bir arıza kabul ederek, demokratik açılım süreciyle müşterekliği daha da kalıcı bir hale getirmek mümkün.

Biz birbirimizden korkmadıkça kimseden korkmamıza gerek yok.

Korsikalı Napolyon

Fransızlar, Avusturya-Macaristan, Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu''nda yaşayan halklar arasında ayrılıkçılığı teşvik ederlerken, bağımsızlık için ayaklanan Korsika''yı işgal etmekten kaçınmamışlardı.

Keza hem babası hem kendisi Korsika milliyetçisi olan Napolyon Bonapart, Fransa imparatoru olduğu zaman Avusturya-Macaristan egemenliği altındaki İtalya''yı işgal etmiş ve kendisi de “İtalya Kralı” olarak taç giymişti.

Napolyon genç bir topçu olarak Fransız devrimine katılmasının sebebi de Korsika''nın özgürlüğüne dikkatleri çekmekti.

Tabii Fransız ordusu içinde yükseldikçe “bağımsız Korsika” fikri de eskide kalmıştı..

Napolyon “Napoli Krallığı”nın başına da akrabası ve yakın arkadaşı Murat''ı getirmişti..

Napolyon bir kardeşini de İspanya tahtına oturtmuştu..

Venediği işgal ettiği zaman Venedik Senatosu''nu yola getirmek için Napolyon yine bir başka milliyetçiliği körüklemekten kaçınmamıştı.

Venedik hakimiyetindeki Ege Adaları''na gizli ajanlar göndermişti.

Adalara gönderdiği hatiplerden biri Sparta ve Atina''nın unutulmuş geçmişini canlandırmak ve bu şan ve şerefi ihya etmeleri için halkı kışkırtıyordu.

Ege Adaları''nı Venedik''e karşı isyan ettirmek için beyannameler hazırlanmıştı.

Napolyon Avusturya-Macaristan imparatoruyla kavga ettiğinde de Macarlara hitaben bir beyanname neşrettirmişti.

Bu beyannamede “Milli bir diliniz ve gelenekleriniz var. Eski ve asil soyunuzla öğünürsünüz: Öyle ise bir kere daha millet olarak varlığınızı gösteriniz. Yalnız sizler için çalışacak, sizin aranızda yaşayacak ve kendisine vatandaşlarınızın ve askerlerinizin itaat edeceği kralınızı kendiniz seçiniz. Bunun için tıpkı ecdadınızın yaptığı gibi milli meclisinizi toplayınız” diyecekti.

Rusya''yı işgal etmek istediği zaman aynı numarayı Napolyon bu kez de Polonyalılara çekecekti.

Gördüğünüz gibi “milliyetçilik” iyi iş görüyor.

Ama bu tür milliyetçilikler, milliyetçilik yapanlardan çok başkalarının işine yarıyor.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı''dan koparılan Suriye ve Lübnan Fransız, Irak ve Filistin ise İngiliz mandasına girdi.

Onlar da gitti ama yerlerine gelen krallar da, radikal milliyetçi rejimler de halklara saadet getiremedi.

Büyük Arabistan Krallığı kurmak isteyen Şerif Hüseyin emeline nail olamadı ve onun tahtına can düşmanları Suudiler geçti.

Kendisi de yaptıklarından nedamet duyarak öldü.

Bunları da bilmek lazım.

Hangi kavramlarla meseleye yaklaşacağız?

Etnik kökene dayalı milliyetçilik akımları 19. yüzyıl başlarında, özellikle 1789''da Fransız Devrimi''nden sonra ortaya çıkmıştı.

Bu format toplumları zehirleyici, hakları biribirine düşüren bir formattı.

Avrupa''daki devletler ve imparatorluklar arasındaki rekabet ve çatışmanın bir unsuru olarak devreye sokulmuş fikirlerdi..

Dolayısıyla etnik meselelere eğilirken tarih içerisinde bu meselelelerin aldığı şekilleri de gözardı etmemek gerekir.

Bir örnek vereceğim, 17. ve 18. yüzyıllarda “millet” kavramı “nation (ulus)” olarak değil “halk (populus)” olarak anlaşılırdı.

Bir halkı diğerinden ayıran etnik köken yahut dil değil inanç ve din idi.

Öyle ki aynı etnik kökene ve aynı dile sahip oldukları halde dinleri ve mezhepleri ayrı olduğu için birbirlerini ayrı millet görenler çoğunluktaydı.

1468''de ölen İstanbul Patriği Gennadius şöyle demiştir:

“Vakıa dilim Yunancadır, ama ben hiçbir zaman Yunanlı olmadım. Çünkü Yunanlıların inandığına ben inanmam. Ben, adımı inancımdan alırım. Bana kim olduğumu sorarlarsa cevabım şudur: Hıristiyanım”

Bugün artık Helenizm ile Ortodoksluk aynı manaya gelmiş olsa da tarih içerisinde durumlar farklıdır.

Fransızların kökeni Alman olduğu halde “Almanca”yı bırakıp yeni bir “Latin” lehçesi konuşmaya başlamışlardı.

Almanca saf bir dil olmasına rağmen Fransızca ve İngilizce karışık ve türetilmiş birer dildir.

İngiltere''yi yönetmiş olan krallardan bazılarının tek bir kelime bile İngilizce bilmediğini de söylersek durum daha açıklık kazanır.

İngiltre, Fransa ve Rusya''nın elbirliği ile Yunan tahtına geçirilen ilk Kral kimdi biliyor musunuz?

Yunanlılıkla alakası olmayan bir Alman prensi: “Prens Otto.”

Yunanlılar Osmanlı''ya isyan etmişlerdi ama başlarına bir Alman prensin geçmesine engel olamamışlardı.

Yunan milliyetçiliğinin Yunan halkına kazandırdığı bir Alman Kral olmuştu, iyi mi!

İngiltere Kraliçesi Elizabeth''in kocası Philip, damarlarında Alman kanı da dolaşan Danimarka kraliyet ailesinden gelen Yunan Kralı I. Georgius''un torunuydu.

Gerçi İngiltere Kraliyet ailesinin büyük bir çoğunluğu da Alman asıllıdır o da başka..

Birinci Dünya Harbi''nde İngiltere ve Almanya arasındaki savaş nedeniyle Kraliyet ailesine mensup olan Alman asıllı asilzadeler Almanca''dan gelen soyadlarını değiştirmek durumunda kalmışlardı.

Bu örneği bir bakış açısı versin diye aktarıyorum.

Etnik meselelere geçen yüzyılın zihinlerimize sokuşturduğu kavramlarla yaklaşmak yanıltıcı olabilir çünkü.

14 yıl önce
Türkler ve Kürtler...
Ukbe b. Nâfi’nin cehdi
İğne ve çuvaldız…
İhracatta Türkiye
Hizmet sektöründeki enflasyon işleri zorlaştırıyor!
Tarihin sonu ve ABD üniversiteleri