|
Hayatımda ilk defa Alin Taşçıyan ile hemfikirim...

Uzun yıllar boyunca Milliyet''te görev yaptıktan sonra, yakın zamanda Star Gazetesi ve aynı grubun tematik televizyonu Kanal 24''e transfer olan sinema yazarı Alin Taşçıyan, geçtiğimiz günlerde Taraf Gazetesi''ne verdiği bir mülâkatta, bir haftadır sürüp giden “Altın Portakal tantanası” hakkında üç aşağı beş yukarı şunları söylemiş:

“Herkes yıllardır ''Altın Portakal, Altın Portakal'' diye inliyor. Ben de yaşım kemâle erdiğinden beri Altın Portakal''a gidip geliyorum. Öteden beri hep panayır görümümündeydi, hâlâ da bir panayır. Yenilendiği zaman ''Galiba artık farklı bir şeyler olacak'' diye düşündük; fakat hiç bir şey olmadı ve zamanla tekrar eski hâline döndü. Bir sürü yeni tarihli filmi gösteriyorlar. Belki Antalyalılar için iyi bir şey bu. Ancak, yaptıkları organizasyon kişilikli bir festival programı görüntüsü vermekten çok uzakta kalıyor. ''Kimi bulursak getirtelim, herkes o geldi, bu geldi diye yazsın çizsin'' diye düşünülerek, tipik bir şöhretler geçidine dönüştürüldü Antalya. Akıl almaz gösterişte açılışlar, kapanışlar, pahalı davet ve davetiyeler, inanılmaz bir kâğıt israfı, yanında da politik şovlar...

Öte yandan, bu ülkede 1995''ten beri bir ''Gezici Festival'' var. Ben hayatımda bu kadar etkili bir sinemasal organizasyon daha görmedim. Gittikleri her kenti değiştirir ve dönüştürürler. Filmler kişilikli, tavizsiz, sadece festivallerde görebileceğiniz türden nadir örnekler. Dolayısıyla o festivale gitmezseniz çok şey kaçırırsınız. Antalya''nın programı ise Filmekimi''ninkine çok yakın. Neredeyse hepsi de sezon içinde ticarî sinemalarda izleyeceğimiz filmler…”

Böyle bir şey hayatta olmaz diye düşünüyordum; fakat en sonunda bu da oldu.

Demek ki neymiş; “çok büyük konuşmamak” gerekiyormuş…

Yorumlarına -alabildiğine- yansıyan ideolojik tercihinden, bir filmi beğenip beğenmemekte kullandığı temel estetik ölçütlere kadar neredeyse her cephesinden karşı olduğum bir meslektaşımla, hayatımda ilk kez aynı saflarda yer almak durumundayım.

Evet, Alin Taşçıyan sonuna kadar haklı; çünkü Antalya film festivali uzun yıllardır tam bir “emekli şöhretler panayırı” görüntüsü çiziyor. 2000''lerin ortalarına kadar biraz daha “şark işi” ve “gariban”; bu tarihten sonra ise çok daha yüksek bütçeli ve üzerine bolca Cannes “sos”u dökülmüş bir panayır burası…

Ancak, her iki durumda da asla “burjuva” değil; “parayı sonradan görüp kendini kaybetmiş bir köy zengini” edâsında…

Zarfı mazrufundan çok çok ötelere geçen bu “gösteri”nin ne tarafından tutsam, hangi tarafından söze başlasam bilmem ki…

“Ulusal” ve “uluslararası” şeklinde ikiye ayrılmış yarışmalardan “uluslararası” olanının bu yılki jürisinde, başkan Paul Verhoeven''ın seçiciler ekibindeki “Türk üye” kontenjanını Berkun Oya adlı tiyatro kökenli beyefendi dolduruyor.

Pekiyi, kimdir abiciğim bu Berkun Oya? CNN''de bundan iki yıl önce tutmayıp apar topar yayından kaldırılan absürd bir söyleşi programı hazırlamak ve geçen yıl gişede iki seksen uzanan -Türk sineması örneği olduğuna inanmak için iki düzine tanık gereken- buz gibi bir film yapmak haricinde, sinema sektörüyle bağı ve bu alandaki ulusal ya da uluslararası deneyimi tam olarak nedir? Dikkat ediniz, malûm beyefendinin tiyatro alanındaki çapını sormuyorum ben; çünkü o konuda belli bir birikimi olduğunu yıllardır biliyorum zaten. Benim derdim onun “sinemacılığı”nın derinliğiyle…

“Ulusal yarışma” ile birlikte bütün bir Altın Portakal organizasyonunun en önemli ayağını oluşturan “uluslararası yarışma”, bu denli deneme-yanılmaya açık bir yer midir ki orada jüri üyeliği böylesine kolay elde edilebiliyor? Teknik ve estetik anlamı nedir bu tercihin, Türkiye''de böyle bir jüriye girebilecek bir tek sinemacı dahi bulunamadı da en sonunda bir tiyatrocu mu film seçer oldu?

Bu tercih üzerinden sinema sektörüne yapılan saygısızlığı hâlâ anlamamakta direnenlere çok basit bir sorum olacak: Afife Jale Tiyatro Ödülleri''nin jürisine, gelecek yıl bir-iki tane çiçeği burnunda film yönetmeni ya da tiyatro sahnesine hiç çıkmamış iki-üç tane genç sinema oyuncusu dahil edilse, Türk tiyatrosunun ustaları bu duruma ne derlerdi acaba?

O yüzden, Antalya''nın hem ulusal hem de uluslararası jüri kararlarıyla ilgili dedikodu ve şikayetler yıllardır bir türlü bitmiyor. Böyle ana jürilerle, böyle ön jürilerle bitmez de zaten…

Buradan, organizasyon komitesinin lideri Engin Yiğitgil''e herkesin huzurunda sesleniyorum. Madem kriterleriniz bu şekilde; o hâlde ben de gencim, güzelim, yakışıklıyım, orta hâlli bir İngilizcem var, geçmişte iki-üç tane de kısa film çektim ve bunlardan gelen bir kaç plakete sahibim. Ayrıca, hafızamda en az beş bin filmin de künyesi kayıtlı. Gelecek yıl o jüri üyeliğini mutlaka ben istiyorum! “Muhafazakâr” olmamı falan da hiç dert etmeyin, siz başkanlığı verirseniz ben anında kıvırır ve sizin için “libo-solcu” olurum. Zaten, muhafazakâr kesimde son yılların en moda tavrı bu; ben de “eski İslâmcı-yeni liboş” döneklerin arasına katılmışım çok mu?

Fakat, şunu da iyi biliyorum ki, ne eylesem, ne söylesem, bu adamlar benim gibileri hayatta oraya çağırmazlar. Bırak jüri üyeliğini, “sinema yazarı” olarak bile! Çünkü onlara, festivalin sanat boyutunu ön plana çıkartacak sinema yazarları değil, sponsorları şımartacak birbirinden fırlama “sinema magazincileri” lâzım…

Bu arada, onların da düzenlenen basın toplantılarında sinema alanındaki kara cahilliklerinden dolayı konuk sinemacılar karşısında düştükleri alçaltıcı durumları tırnaklarımızı kemirerek izleyip duruyoruz. Adamın festivale gelmiş sanatçıların filmografisi, özel eğilimleri, yakın gelecekte girişmeyi planladığı projeler hakkında en küçük bir fikri yok; dünyanın en kepaze, en sıradan sorularıyla gevelenip duruyor.

Örnek mi istiyorsunuz? Hemen vereyim. En son, önceki gün, Hillside Su Oteli"ndeki bir salon dolusu adam ve kadından (ki buna aynı ortamda bulunan kimi iddialı Türk oyuncuları da dahil), festivalin bu yılki en kayda değer konuğu Kevin Spacey''ye, Türk sinema yazarlarının ve sinemaseverlerinin entelektüel kalibresini lâyıkıyla ortaya koyacak bir tek klas soru bile yöneltilemedi. Ki bu da artık neredeyse Antalya''daki her basın toplantısında yaşanan klasik bir manzaraya dönüşmüş durumda…

Oraya “sinema uzmanı haberci” diye davet edilen çoğu kişinin, karşısında oturan sanatçılara soracak herhangi bir şeyi yok ki sorsun! Öncelikli hedef, aklı sürekli havuzda ya da yemekte olan iri kıyım bir kameramanla birlikte akşam bültenine 2-3 dakikalık bir magazin haberi paketleyip, o günü kazasız belasız tamamlamak…

Bütün bunlar bir yana, son bir kaç yıldır her Altın Portakal''da gündeme gelen şu “bitik Amerikalı yıldızlar galerisi” de artık feci şekilde rahatsız edici hâle geldi.

David Carradine, Jacqueline Bisset, Danny Glover, Michael York, Mickey Rourke, Bo Derek Joan Chen ve saire…

Yürüyün gidin Allah''ınızı severseniz yahu! Son anda kadroya dahil edilip zevahiri kurtaran Kevin Spacey bir yana bırakılırsa, son dört yıldır davet edilip duran bu gibi ağabeyler ve ablalar mı “çağdaş sinema”yı, “sinema sanatının geleceği”ni temsil etmekteler?

Pek çoğu “Güzel sahilleri olan bir ülkede beleş bir tatil varmış, bari gidip katılayım da bir-iki gün kafamı dinleyeyim” modunda Türkiye''ye gelen, uçaktan eşofmanlarla falan inip en ağırbaşlı ortamlara dahi kucağında kedisi-köpeğiyle, yakası bağrı darmadağınık bir vaziyette katılan böylesi oyuncu emeklileriyle mi “dünya markası” olacak Antalya Film Festivali? Bu saygın konuklar, bizdeki açılış-kapanış törenlerine, neden Oscar ya da Cannes''daki gibi büyük bir özenle giyinip gelme gereğini duymuyorlar, hiç düşündünüz mü? Yaptığımız organizasyonu sallamıyorlar da ondan…

Hele de o yıllardır inatla sürdürülen, yerli sinemacıların arabalara doluşturulup Antalya caddelerinde vahşi batı sirklerinin hilkat garibeleri gibi dolaştırıldıkları “kortej” faslı var ya… O zaten ilk gençlik yıllarımdan beri hastası olduğum, korku filmleri gibi rüyalarıma giren bir uygulamadır. Neymiş, halk sinemacıları yakından görsünmüş!

Hillside Su Oteli''nin “ciks” ortamları sinema sektöründen özenle ayıklanmış seçkin ağabey ve ablalara; Antalya''nın tozlu yollarındaki -ürkütücü Ortaçağ filmlerini andıran- bu anlamsız gösteri de bir tür züğürt tesellisi olarak “avam”ın kısmetine…

Görmesin kardeşim bu halk sinemacıları yakından! Caddelerde “artist teşhiri” yaparak sinema sevgisi mi yayılırmış! Halkı bu kadar çok seviyor, ona bu kadar hizmet etmek istiyorsanız, o zaman vergileri, rüsumları, (dolayısıyla bilet ücretlerini) olabildiğince düşürün ve yapımcıların, yönetmenlerin ezelden beri boğuştukları şu bürokrasiyi azaltın da Türk toplumu daha bir müreffeh hâle gelip sinema salonunda daha çok film izlesin; Türk sinemacıları daha fazla sayıda film yapsın!

Son sözüm de bu yılki festivalin ulusal yarışma bölümüne -hiç gereksiz yere- katılan sevgili Nuri Bilge Ceylan''a…

Üstad, bilesiniz ki Cannes''da “dünyanın en iyi yönetmeni” ödülünü almış birine hiç yakışmadı bu katılımınız…

Ben Antalya''ya ne zaman “yarışma” derdim biliyor musunuz?

Organizasyon komitesi, özellikle de Cannes''da yüzümüzü ağartmanızdan sonra jüri başkanlığını size önerseydi ve bu yılki ulusal ya da uluslararası yarışma jürisi (her ikisi de olabilirdi, hiç fark etmez) sizin liderliğinizde toplansaydı, söz konusu organizasyon ancak o zaman gerçekte anlamda bir sanatsal ağırlık kazanırdı.

Türk sinemasının 2000''lerine damgasını vurmuş ve uluslararası platformda ödüllere boğulmuş bir yönetmenin, adeta heveskâr bir yeniyetme kısa filmci gibi, alt klasman-üst klasman yarışma demeden önüne gelen her organizasyona katılmasını doğrusu pek şık bulmadım. Üstelik, “Üç Maymun” gibi kendisini kanıtlamış bir olgunluk dönemi yapıtının Antalya''nın bu yılki yarışmacıları arasında yer alması, hem jüriyi hem de diğer katılımcıları hiç lüzumsuz yere baskı altına alıp gerdi.

Düşünsenize, Ceylan''ın filmine ödül verseniz “Zaten Cannes''dan çok önemli bir ödülle döndüğü için, buradaki ödülleri de garantiliydi” olacak; vermezseniz de “Yurt dışındaki başarılarını kıskanıp inadına ödül vermediler” denilecek.

Jüriyi böylesi bir ikileme sokmak yerine, sizin açınızdan bu denli verimli geçen bir yılın ardından, doğrudan doğruya jüri başkanlığına talip olmalıydınız. Ki mevcut konumunuza da aslen bu yakışırdı.

Ceylan gibi, sağcı-solcu herkesin sinemasal yetkinliği noktasında ittifak ettiği, adı sektöre güven veren bir sinemacının başkanlığındaki bir jürinin alacağı kararlara kim bıdı bıdı yapabilirdi ki?

Öte yandan, organizatör Engin Yiğitgil de bu yıl çevresindeki görevli kadınlara bağırıp çağırmayı bırakmışa benziyor. Bu da “kalite” anlamında önemli bir gelişme sayılabilir aslında. Ancak, tropik meyvelerle dolu bir manav dükkanının vitrinini andıran “yabancı konuk” olayına bu kadar ihtimam göstermeye ara verip, Antalya''ya artık bir parça da “gerçek sanat” getirmeyi düşünmeye başlasa hiç fena olmayacak.

Antalya ille de bir “taklit” olacaksa, plajlardaki erotik gösterileri, kırmızı halısı ve diğer sinema dışı gösterileriyle magazin meraklılarının hatıralarında derin izler bırakan Cannes''ın değil, görece çok daha kısa bir süre içinde bütün dünyadan bağımsız sinemacıların kalesine dönüşen Sundance Film Festivali''nin iyi bir taklidi olmasını tercih ederdim doğrusu…

Ancak, ne yazık ki Altın Portakal''ın hamurunda böyle bir şey yok. Hiçbir zaman da olmadı zaten…

16 yıl önce
Hayatımda ilk defa Alin Taşçıyan ile hemfikirim...
Bir Başka Mesele: Sistemi psikiyatr ve psikologlar bozdu
Niçin Diyanet
Bi şey yapmalı!
Hayallerin ötesinde yaşanan bir zaman dilimi
Zengin millet fakir devlet