|
TV tarihinde yalancılık ve düzenbazlığın zirvesi: "Susan Boyle vak"ası"

Bütün gösteri, ilk karesinden son karesine kadar her ânı titizlikle planlanmış bir “danışıklı dövüş”ten ibaretti. Ve televizyon sektörü tiranlarının izleyicilerini ahmak yerine koymayı “başarılı yayıncılık yasası”nın ilk maddesine dönüştürdüğü bir yığınsal iletim çağında, ekran başında ağzı açık vaziyette olup biteni izleyen milyonlarca insan da bu ucuz golü yedi ne yazık ki…

Geçen ay boyunca önce Avrupa''da, ardından da ABD''de ortalığı birbirine katan ve yankıları halen devam eden “Britanya Süper Yeteneğini Arıyor” (Britain''s got Talent) adlı akıllara ziyan yarışmadan söz ediyorum.

Feleğin çemberinden üst üste bir kaç defa geçmiş fırlama İngiliz müzik yapımcısı Simon Cowell''ın liderliğinde gerçekleştirilen bu yarışmanın son bombası, 47 yaşındaki “sıradan” (!) İngiliz kadını Susan Boyle''du.

Bayan Boyle''un, izleyici ve jüri üyelerinin aşağılamaları eşliğinde, salaşlıktan sapır sapır dökülerek çıktığı sahnede, Loreena McKennitt''i kıskandıracak bir performans sergileyerek, bütün dünyayı “sıradan insanların da çok çalışıp sebat ederlerse bir gün mutlaka zirveye tırmanabileceklerine” iknâ etme misyonunu başarıyla yerine getirişine hep birlikte tanık olduk.

2000''li yılların başlarından bu yana benzer formatta bir sürü program hazırlayan ve bunları Türkiye dahil pek çok ülkeye pazarlayan uyanık girişimci Cowell, artık yavaş yavaş yorulmaya başlayan formatını tazelemek, izleyici ilgisini diri tutmak amacıyla ara ara böyle uç çıkışlara başvuran biri… Nitekim, programın müdavimleri daha önce de Paul Potts adlı, dış görünümü itibarıyla kendini kolayca ele vermeyen bir başka İngiliz finalistin daha şaşırtıcı performansıyla karşı karşıya getirilmişti.

Ancak, bu defa kopartılan yaygara, Potts için düzenlenen tezgâhtan bile daha büyük ve görkemli oldu.

Köşe başlarının çoktan paylaşıldığı ve zayıflara asla yer olmayan zalim bir dünyada, bu yavşakça oyuna -en azından görünürde- yeni kurallar getirme iddiasındaki Cowell ve ekibi, aylar önce düzenledikleri final seçmeleri aracılığıyla, uzun süredir aradıkları türden, büyük finale kadar diledikleri gibi biçimlendirecekleri ideal bir “konu mankeni”ne ulaşmışlardı. Bu kişi de fiziksel olarak izleyiciyi pek cezbedemeyecek bir aday görünümündeki yaşlı, çirkin, bekar ve yoksul Susan''dı. Britanya taşrasından gelen bu ilginç kadının sıradışı soprano sesini duyar duymaz kafalarındaki ampüller ışıl ışıl parlamaya başlayan hin oğlu hin ekibimiz, ratingi her geçen gün düşen programlarını esaslı bir biçimde silkelemek amacıyla, yepyeni bir “halk kahramanı”nın doğuş senaryosunu yazmaya başladılar. Böylelikle, dünyanın dört bir köşesinde, “aptal kutusu”nun başına üşüşmüş olan izleyicilere dört dörtlük bir “peri masalı” sunulabilecekti.

Kahramanımızı ablukaya alan yapım ekibi, işe onu baştan aşağıya büyük bir özenle “bakımsızlaştırmakla” başladı. Yarışmanın geleneksel sahne kuralları gereğince her finalist ön hazırlık aşamasında güzelce giydirilip makyajlanmasına rağmen, farklı bir konseptle ambalajlanan Susan ise gösteri gecesinde ninemin asırlık fistanlarını andıran soluk bir elbisenin içinde, çalı süpürgesi görünümündeki saçları ve aylardır cımbız yüzü görmediğinden dolayı birbirine eklemlenmiş durumdaki kaşlarıyla kamuoyunun önüne sürüldü.

Finalistimiz jüri üyelerine kendisini tanıtırken, ekrandaki bu “garibanlık resmi”ni iyice pekiştirmek üzere, kadrajda adının altına bir de “işsiz” sıfatı eklenecekti. Pek çok insan için “pilin bittiği”, umutların iyiden iyiye tükendiği bir çağı simgeleyen yaşı ise ustaca kodlanmış ana mesaja başarıyla eşlik etmekteydi.

Programın yayını, provalarının daha önce en ince ayrıntısına kadar yapıldığı hissedilen bir mizansen üzerinden yürütüldü. Çetenin başı Cowell -umut vaad etmeyen finalistleri her karşıladığında yapageldiği üzere- ellerini başının ardında kavuşturup geriye doğru kaykılarak yarı alaycı bir tutumla sorular sormaya başladığında, Susan da ona izleyicilerin müstehzi bir biçimde gülüp dudak bükmelerine yol açan iddialı cevaplar veriyordu. Ki canlı yayımlanan programın yönetmeni, o kocaman, loş salondaki bazı konukların yüz reflekslerini -her nasılsa- hiç sektirmeden yakaladı ve finalistimiz “Ünlü bir yıldız olmak istiyorum” dediği anda da tereddütsüz bir resim seçmeyle, birbirlerine alaycı ifadelerle bakıp gülüşen iki genç kızı ekrana getirdi.

Ardından, Susan ablamız kendisine önceden dikte edilmiş olduğu âşikâr bir parçayı, Victor Hugo''nun ünlü eseri “Sefiller”in müzikal sahne uyarlamasından “I Dreamed a Dream”i (Bir Düş Düşledim) söylemeye başladı. Gecenin kahramanının, ses rengine son derece uygun düştüğü gibi sözleriyle de pek mânidar olan bu şarkıyı seslendirmeye başlamasının daha beşinci saniyesinde ise izleyiciler yerlere düşüyor, salonun her köşesinden hayranlık uğultuları yükseliyordu. Yönetmenimiz de yayının bundan sonraki dakikalarında küçük dillerini yutmuş bir ifade içindeki jüri üyelerinin yüzlerine sık sık yakın plan kesmeler yapacak, üzerinde uzunca bir süre çalışılmış bu görkemli “tiyatro”nun tadını doyasıya çıkartacaktı.

Velhasıl, yapımcılar bizden böylesi bir kuyruklu yalana inanmamızı beklediler, pek çoğumuz da hiç sorgulamadan inandık. Söz konusu programın formatında, “jüri üyelerinin, karşılarına çıkacak bütün finalistlerle daha önceden en az bir defa tanışmış ve onları dinlemiş olduğu” gerçeğini bile es geçerek kabullendik bu medyatik yalanı…

Çünkü, adaletsizliğin alınyazısına dönüştürüldüğü bir dünyada, bu adaletsizlikten nasibini alan herkesin “Külkedisi masalı”nın saçtığı iyimserliğe şu ya da bu oranda ihtiyacı olduğu bir gerçek… Yaşı geçkince, işsiz ve sahne almadan önce alabildiğine paspallaştırılmış bir kız kurusunun böyle bir gösterinin yıldızı olabileceği iddiası, kendi kişisel hayat serüveninde benzer yollardan geçip başarısız olmuş, ruhen ve bedenen ezik durumdaki pek çok insanın yüreğine su serpen bir “panzehir” işlevi görecekti. Nitekim, programın yerkürenin dört bir köşesinde doğurduğu olağanüstü heyecan dalgasına bakıldığında, bu görevini kusursuzca yerine getirdiği anlaşılıyor.

Hayâl kırıklığı içindeki kitlelere yönelik olarak yakın zamanda piyasaya sürülen bir başka güçlü “sakinleştirici” örneği de bu yılın Oscar rekortmeni filmi “Slumdog Millionaire”di. İzleyenler, onun da bütünüyle “garibanın görkemli yükselişi” ana motifi üzerine kurulmuş çağdaş bir peri masalı olduğunu hemen hatırlayacaklardır.

Ancak, böylesine vıcık vıcık televizyon ve sinema dümenlerinin arkasındaki kirli sırlar da sonsuza kadar saklanamıyor. Nitekim, New York Post gazetesi, 18 Nisan Cumartesi günü “Neden hiç kimse Simon Cowell''ın son kreasyonundan kuşku duymuyor?” başlıklı bir yazıyla konuya değindi; ardından da batı medyasında programın akışında gözlenen “önceden planlanmışlığın” masaya yatırılıp didik edildiği, Susan''ın özel hayatında aslında hiç de ekranda sunulduğu kadar salaş bir kadın olmadığına ilişkin fotoğraflarla bezeli bir sürü haber ve yorum yayımlanmaya başlandı. Ancak, bunları yayımlayan medya organlarının büyük bir bölümü ABD kökenli, yani defalarca benzer suçlardan sabıka almış adresler olunca, “Bozacının şahidi gibi, günü geldiğinde rakibi de yine şıracıdır” diye düşünmeden edemiyor insan…

Televizyon tüketicileri, ekran başında aptal yerine konulduklarını hissettikleri anda, hiç tereddüt göstermeksizin cihazın kapatma düğmesine basmayı bir başarabilseler, emin olun bu dünya çok daha temiz, ahlâklı ve de yaşanabilir bir yere dönüşecektir. Ancak, temel sorun şu ki o ekrandan beyinlerine yarım asırdır her türlü yalan-dolan, kolaycılık ve ahlâksızlık aşılanıp bu tür görsel zehirlerin müptelası hâline getirilmiş bir topluluğa böylesi bir insanî refleksi yeniden hatırlatmak pek de kolay olmuyor.

Ülkemizde de sık sık başvurulan böylesi yayıncılık tezgâhlarını çok kolay yiyenlere şu basit soruyu sormak, belki de uyanış yolunda iyi bir başlangıç olabilir:

Şimdiye kadar bu tür yarışmalarda dereceye girip de sonrasında müzik dünyasında profesyonelce yerini almış olan kaç tane gerçek yıldız gördünüz?

* * *

Bugün çok özel bir gün, “Anneler Günü”…

Öncelikle, evlat sahibi olma bahtiyarlığına erişmiş bütün hanım okurlarımı sevgi ve saygıyla selamlıyorum.

Ardından, bana acısıyla tatlısıyla kocaman bir hayat sunan, yaşını başını almış bir adam olduğum şu dakika itibarıyla bile sevgisine, desteğine ve yüreklendirici sözlerine hâlâ bütün şiddetiyle ihtiyaç hissettiğim sevgili anneciğimin o yorgun ellerini, pür-i pak alnını muhabbetle öpüyorum.

Ve nihayet, 16 yıldır aynı yastığa baş koyduğum, birlikte ağlayıp birlikte güldüğüm, özellikle de zor zamanlarda beni müthiş bir direnç ve Müslüman''a yaraşır bir tevekkül duygusu içinde sırtlayan; yıllar yılı aile ocağımızda fedakârlığın her türünü çekincesizce ortaya koyduğu gibi evliliğimizi de birbirinden güzel, birbirinden akıllı iki kız evlatla taçlandıran saygıdeğer eşime en içten minnet duygularımı sunuyorum.

40''larımı idrak ederken şu gerçeği artık çok iyi bilmekteyim ki bir annenin yavrusunu karnında taşırken ya da onu büyütmeye çalışırken çektiği sıkıntıların bir tek dakikası, Yüce Allah''ın katında, benim bir ömür boyunca yazdığım bütün yazılardan daha değerli ve öncelikli olacaktır.

Çünkü hayatta annelikten daha büyük bir sanatçılık da yok, evlat yetiştirmekten daha görkemli bir eser de…

Teşekkürlerim sevgili anneciğim…

Teşekkürler sevgili hayat arkadaşım…

Hayatınız daima güzelliklerle geçsin sevgili anneler…

15 yıl önce
TV tarihinde yalancılık ve düzenbazlığın zirvesi: "Susan Boyle vak"ası"
Posta Hizmetleri Kanununa göre PTT çalışanlarının durumu
Evet sokağa çıkamayacak hale geleceksiniz!
Batı’da İsrail spiritüel bir tutkuya dönüştürüldü...
Din savaşı
13 şehit