|
"Keşke siz bizim başkanımız olsanız."

Yüksel Hanım"ı görevinden eden cümle bu. Yüksel Çavuşoğlu hanım artık CHP İstanbul İl Kadın Kolları Başkanı değil. İstifa ettirilmiş... Nedeni de Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin"i ne kadar çok takdir ettiğini "Keşke siz bizim başkanımız olsanız" şeklinde ifade etmiş olması.

Bir konuyu zıddıyla düşünme refleksini geliştiremeyenler empati duygusundan da uzak kalırlar... Yüksel Hanım"ın yerine AK Parti İstanbul İl Kadın Kolları Başkanı"nın, örneğin Güldal Mumcu hanımefendiye "Keşke siz bizim başkanımız olsanız" dediğini hayal edin. "Olmaz ki öyle şey!" deyip geçmeyin. "Ya deseydi?" diye soruyoruz. (Çünkü bu olayı yaşamadan önce "Olmaz ki öyle şey"i Yüksel Hanım için de geçerli sayabilirdik.)

"İstifa etmeye zorlanması doğru mudur, değil midir?" tartışmasında kendisini işinin profesyoneli addeden istisnasız herkesin, demokrasiyle sorumluluklar arasındaki veya başka bir ifadeyle "haklar-sorumluluklar" arasındaki dansı hangi pistlerde yaptığı sorusunun yanıtını kendisine veriyor olması lazım. Demokrasiyle sorumluluklar birbirini öyle bir bağlar ki; birini dışarıda bıraktığında diğeri üzerine üzerine geliverir.

Yüksel Hanım seçilmiş davranış göstermeyip, örneğin sadece övgülerini dile getirmekle kalmayıp içinden nasıl gelirse öyle konuşmuş. Görevinden olunca da "10 Kasım"da Ata"ma şikâyete gideceğim" demiş*.

Bu sütunlarda galiba pek çok kez tekrarlamak durumunda kalacağım: "Söylediğin her şey doğru olsun. Ama her doğruyu söyleme."

*Ben de 10 Kasım"larda Atatürk"ü hep saygıyla, "şikayet" etmeden yad ederim. Tahrif edilmemiş, devrimci ruhundan koparılmamış, çarpıtılmamış, millilik vasfı Batı"ya döndürülmemiş Gazi Mustafa Kemal Atatürk"ü… Ruhu şad olsun. Onun bahşettiği kazanımlara ne kadar çok şey borçluyuz…

Mükemmel yapılmış kötü film...

New York Times"ın kitap ekinde yayınlanan Orhan Pamuk söyleşisini Taraf gazetesi tam metin olarak verdi. "Kitaplar" üzerine hoş bir söyleşi bu. Bir yerde diyor ki:

"Kötü bir filmin ortasında sinemadan çıkmakta da tereddüt etmem. Hayat kısa, her ânına saygılı olmalıyım diye düşünürüm."

Ne güzel bir ilke!

Hayatın kısa olduğuna inanan ve her ânına saygı duymaya çalışan biri olarak ben de tam tersine, kötü filmlerin de ne demeye çalıştıklarını çözme arzusuyla koltuğuma çakılır kalır ve sonuna kadar sabrımı sınarım. Kötü filmdir ama mükemmel yapılmıştır mesela...

Sinema eleştirmeni Bruce Williamson"ın "dörtlü tanımı"na özel bir değer atfettiğim günden bu yana "kötü film" denildiğinde Orhan Pamuk"u sinema salonundan çıkartan hislerden uzak kalmış olmalıyım.

"1. Kötü yapılmış iyi film, 2. İyi yapılmış kötü film, 3. Kötü yapılmış kötü film, 4. İyi yapılmış iyi film..."

Ben bazen "iyi" ifadesinin yerine "mükemmel" sözcüğünü de kullanıyorum. "Mükemmel yapılmış" bir kötü filmi terk etmek sanıldığı kadar kolay olmayabilir. İstanbul"u yine yerin dibine batırıp Şanghay ve Makao"yu göklere çıkaran son James Bond filminde olduğu gibi mesela…

İşte zaten bu tür filmler sayesinde özü, içeriği, biçimi birbirine karıştırmıyor muyuz? "Bin git" diyaloglar ve müthiş bir teknoloji sayesinde kaç tane sıradan "öz"ü hazmettiğimizin ve "hayatımın filmi" diye bağrımıza bastığımızın farkında mıyız?

Mesele galiba "mükemmel" olanla "kötü"nün pekâla içiçe ambalajlanıp sunulabileceğini görmekte... Tıpkı hayatta olduğu gibi, değil mi?..

Mükemmel bir sentez

Aklım başıma gelip de kültür ve değerlerle didişmenin anlamsızlığını fark ettiğimden bu yana üç özelliğimi hiçbir zaman değiştiremeyeceğimi biliyordum. Türk, Erkek ve Müslüman olduğumu tartışmaya açmayı hiçbir zaman düşünmedim.

Her ne kadar tasallutlardan uzak bir hayat yaşadığımı iddia etsem de bu "değişmez" özelliklerime bir tane daha ekleme yapmam gerektiğini fark etmiştim: Yemek yeme alışkanlıklarımı da pek değiştiremiyordum….

Uzak Doğu, özellikle de çiğ et – balık odaklı Japon mutfağına karşı ön yargılı tavrımın, bu mutfakların herhangi bir zaafından değil, benim yemek yeme konusundaki iflah olmaz tutuculuğumdan kaynaklandığını itiraf etmeliyim.

Perşembe günü Gama Holding"te "Özel Müşteri Yönetimi" üzerine bir konferans vermek üzere Ankara"da bulunmamızı fırsat bilip kendimizi sevgili dostumuz Ali Rıza Koç beye akşam yemeğine davet ettirdiğimizde (!) gideceğimiz restoranın adını duyunca içimizin bir tuhaf olması da işte yukarıda arz etmeye çalıştığım nedenlerdendir…

Teppanyaki Alaturka… Hem Uzak Doğu, hem alaturka… Hibrit mi hibrit… Tanımsız ve karmaşık bir iş. Kulakta "yapınmışlık" algısı yaratan bu isim bile benim ayaklarımın geri geri gitmesine yeterdi.

Ancak açık yüreklilikle itiraf etmeliyim ki, son günlerde yediğim en lezzetli yemeklerden biriyle ve mükemmel bir atmosferle karşılaştık. Çin ve Japon yemek kültürü bizim ağız taamımıza bu kadar mı uydurulur? Şanghay"dan geldikleri söylenen aşçılar, bu kadar mı işlerinin ehli ve "bizden" olurlar… Büyük restoran dışında alt katlardaki özel odalardaki bir tür "ocakbaşı" düzeni bu kadar mı amaca uygun tasarlanır?…

Mart ayında İstanbul"da da açılması planlanan bu son derece zor kültürel sentez senaryosunu başarıyla hayata geçirmiş olan Cengiz Yazanel beyi yürekten kutluyorum. Kendisini şahsen tanıma fırsatı bulamadım. Ancak Türkiye"deki pek çok girişimciye örnek olabileceğini iddia etmek hiç de abartı olmaz…

11 yıl önce
"Keşke siz bizim başkanımız olsanız."
Neden Şimdi?
Tevhid risalesi yazan Milli Eğitim Bakanı
Bir Başka Mesele: Kadın ve erkeğin ince ayarları bozuldu
Omelas’ı bırakıp gitmeyenler..
Tek bir zamana/ tarihsizliğe hapsedilmeye başkaldıran adam: Kadir Mısıroğlu