|
Kriz bilançosu: Otoriterleşme

MİT emniyetle, emniyet kendi içinde, savcı savcıyla, yürütme HSYK"yla karşı karşıya geliyor. Polis savcıyı dinlemiyor, dinleyen polisi hükümet görevden alıyor. Sayı 2000"e ulaştı. "Savcı"nın temsil ettiği mercinin yargı değil, cemaat olduğuna dair keskin bir kuşku bulunuyor. Ve yürütme yargının "mafyalaşmış" bu kısmına neşter atmak için, bir organ olarak yargı gücüne çok keskin müdahalelerde bulunuyor. Bu arada "bir yanda yolsuzluk iddialarının yapılan darbenin, öte yanda darbe iddiasının yolsuzlukların susturucusu" olduğu fikri dolaşıyor.

Türkiye"de böyle bir krizi ne yaşadıklarımdan ne okuduklarımdan biliyorum.

12 Eylül öncesi polis, kimi devlet memurları sağ ve sol olarak iki grupta cepheleşmişti.

Ancak siyasetin devlet alanında, devlet gücü ve araçlarıyla bu şekilde kuralsız, sert, bozguncu bir şekilde yaşandığı bir dönem Türkiye"de hiç olmadı.

Sorun başgösterdiğinde iki noktaya vurgu yapmıştım.

İlki "devlet krizi"ydi.

İkincisi (hem cemaat hem siyasi iktidar kaynaklı) "çifte otoriterleşme riski"ydi.

Bugün her iki "durum" yarına dair umut vermeden derinleşiyor.

Yaşanan bunalımı tarif etmek dahi zor.

Bunalım sadece tek bir aktörün, hükümetin eylemlerinden, kendisine yönelik iddiaları örtbas etmek için yargıya ve idareye yaptığı müdahalelerden ibaret olsa, kestirip atarsınız, "mutlak otoriteleşme ve buna bağlı siyasi kriz" diyerek işin içinden çıkarsınız.

Ama iş bundan ibaret değil, iş böyle değil...

İkinci bir aktör var. Yargı gücünü (özel yetkili mahkemelerde, HSYK"da, Yargıtay"ın kimi dairelerinde) önemli ölçüde ele geçirmiş ve etkin biçimde kullanan bir aktör... Siyasi iktidarla olan hesabını bu gücü kullanarak görmeye, onu itip kakmaya, hatta devirmeye yelteniyor. Yargı, yargıç, savcı sıfatının arkasına saklandığı için hükümet alerjisi yüksek kesimler tarafından önemsenmez hale geliyor.

Yargı içinde bir grubun devlet ve hukuk dışı bir çerçevede, bir cemaate ait strateji içinde hareket etmesi, iktidarın üzerine yürümesi, görülmemiş çapta ve nitelikte büyük bir soruna, büyük bir demokrasi ve devlet krizine işaret ediyor.

Öte siyasi iktidarın bu yapıyla mücadele etmek için başvurduğu yolları, "karşı taraf kendisine yargıyı silah yapmış, iktidar o silaha müdahale ediyor, yargıya müdahale etmek zorunda kalıyor" diyerek geçiştirmek söz konusu olamaz. Zira bu müdahalelerle bırakın kuvvetler ayrılığı ilkesinin ihlalini, hızla yargının hükümete bağlanması istikametinde ilerliyoruz.

Yargının içten ele geçirilmesi ve dışarıdan müdahalelerle adeta çöktüğü bir yerdeyiz.

Bu "teorik olarak" demokrasinin "sıfıra yakın bir noktası" demektir.

Evet, zemin çamur...

Bu çamur üzerinde "tam taraf olarak", "tam taraf tutarak" ilerlemek siyaseten ve ahlaken imkansızdır.

Cemaatin yargı ve emniyet üzerindeki hakimiyetinin kırılması demokrasi ve hukuk devleti açısından elzemdir. Ancak bunun hukuk devleti düzenini bozarak, yıkarak yapılması da son derece tehlikeli ve yanlıştır.

Şöyle söyleyelim: Cemaatin devlet stratejisi otoriterleşmenin bizzat kendisidir. Buna karşılık özgürlükçü tutumu ve moral üstünlüğü konusunda zaten zemin kaybetmekte olan, hükümetin düştüğü otoriterleşme tuzağı kendisi için de ülke için de yıkıcıdır.

Siyasi iktidarın yapması gereken iki iş bulunuyor:

1.Kendisini ilgilendiren dosyalar kadar, diğer davalarda cemaatin yasal imkanları nasıl, ne şekilde kullandığını teşhir etmek. Bunu yapabilmek hem güç gösterisidir hem hukuk tesisidir ve hukuk içinde tasfiyedir.

2.Ana muhalefet partisiyle işbirliği yaparak hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı ilkelerini çiğnemeden yüksek yargıyı, özellikle HSYK"yı elden geçirmek.

10 yıl önce
Kriz bilançosu: Otoriterleşme
"Ben Yeleğimi Giydim, Şimdi Çıkabiliriz!"
Bu başarı hepimizin
Bin Kayrevan’dan bir Kayrevan’a
Herkeste bir ‘ben’ var, bir de ‘gerçeklik’…
Yatırım grevi