|
"Müslümanlar zengin olmalı/Ben de bir müslümanım/O halde ben de zengin olmalıyım!"

Umudu tükenmiş insanların işi zor!

Çünkü insan umud ettiğinde, edebildiğinde yaşayabiliyor. Umutları tükendiğinde, geleceğe ümitle, umutla, heyecanla bakabilmek imkânlarından mahrum olduğunda, insanoğlu âdeta yaşama sevincini de kaybediyor. Küsüyor hayata... Geleceğe bakmak, geleceği düşünmek imkânsız hâle geldikçe, zihinler geçmişi de unutuyorlar, geçmişe de bakamıyorlar. Gelecek yoksa geçmiş de yok! Geçmiş olmadığında, geçmişe bakmak heyecanı yitirildiğinde tabii olarak gelecek de anlamını yitiriyor; yorumlanamıyor, tahayyül ve tasavvur edilemiyor... VE "geçmiş yoksa gelecek de yok" demek kolaylaşıyor ister istemez. Öyle ki günlük düşünceler, anlık hesaplar zihnimizi istilâ ediyorlar. Gelecek dediğimizde yarını, geçmiş dediğimizde ise ancak dünü hayal edebiliyoruz.

Evet, umudu tükenmiş insanların işi zor! Çünkü insan umud ettiğinde, edebildiğinde yaşayabiliyor ve ancak umudu varsa varolabiliyor. Bu yüzden umuda doğru yolculuk edenlerin umuda varabilmeleriyle varolabilmeleri arasında hiç de ciddiye alabileceğimiz bir fark bulunmuyor.

Nedir o adına umud dediğimiz şey?! Evet umud ettiğimiz nedir? Bizler neyi umuyor ve umud ediyoruz? "Zihnimizde yaşattığımız dünya" ile "içinde yaşadığımız, yaşamakta olduğumuz dünya" arasındaki çelişkileri, tutarsızlıkları çözmeyi mi?

Şayet bu çelişkiyi çözmekse bütün umudunuz ya da umutlarınızın önündeki en büyük engel ise bu çelişki, yaklaştırın kulağınızı size bu yaman çelişkiyi çözebileceğiniz o basit formülü hemen fısıldayıvereyim ve fısıldamakla kalmayıp bir türlü itiraf etmediğiniz, edemediğiniz, kendi kendinize bile itiraf etmekten çekindiğiniz o muhteşem çelişki-çözücü cevabı size açıkça söyleyeyim: Zihninizde yaşattığınız dünyadan vazgeçip bizzat yaşadığınız dünyaya katılmayı deneyin. Yok eğer bunu bu şekilde ifade edecek kadar yürekli değilseniz, "zihninizdeki dünya" ile "içinde yaşadığınız dünya"nın esas itibariyle bir karşıtlık içermediğini kabul etmekle işe başlayın. Meselâ "akılcı olmak" gibi, "gerçekçi olmak" gibi, "oyunu kurallarına göre oynamak" gibi beylik sözler bulun kendinize ve akılcı olmak gerektiğinden, gerçekleri dikkate almak lâzım geldiğinden dem vurup tez elden adam idadına girmeye bakın. Meselâ "Bütün müslümanlar zengin olmalı, ben de bir müslümanım, o halde ben de zengin olmalıyım" gibi kıyaslar yapın! İnanın bana, kimse size, bu akıl yürütmenin matlûbunun (sonuç önermesinin) sûret itibariyle yanlış olduğunu söyleyemeyecek, hatta muhalifleriniz bile istemiye istemiye İlm-i Kıyas''ın ilk şekline itibarla bu sonucun burhan değeri taşıdığını itiraf etmek zorunda kalacaklardır.

İnsan sahip olmadığı şeyi terkedemez(miş)!

Bu nedenle olsa gerek ki gençlerin hayat karşısındaki vaziyet-alışları, hayata karşı duruşları, orta yaşlılar ve bâ-husûs yaşlılar karşısında bir kıymet ifade etmez. Sahip olmadıklarını reddeder bir durumda olmakla suçlanır genç yürekler; ve toplumsal hâfıza hemen "bekâra avrat boşamak kolaydır" vecizesiyle yaralamayı becerir, o, hayat karşısında aldırmazlık ve dahî umursamazlık zırhına bürünmüş tufeylileri...

Bir düşünün bakalım, kimler istiyor, kimler talep ediyor bizlerden "zihnimizdeki dünya"yı (hayallerimizi/hülyalarımızı) bir kenara bırakmamızı ve adam gibi bir an evvel "içinde yaşadığımız dünya"ya intibak etmemizi?!? Evet, çekinmeyin ve bir düşünün bakalım, kimleri teselli eder, kimleri iknâ eder o adına "akıllı olmak, gerçekçi olmak" dedikleri sülûk üzre seyreylemek?!?

Aklı elde edememiş, aklının sınırlarını teftişe çıkmamış, çıkamamış kimsenin, aklı terkedip kalbin peşine düşmesi, sanıldığı kadar kolay değildir; kolay ne kelime, mümkün bile değildir! O halde hiç tereddüt etmeyelim ve kolay kelimesini, "sahip olmadıklarımızdan, sahibi olamadıklarımızdan vazgeçmenin" yüklemi yapıp, sahibi olduklarımızın fedâiliğine soyunalım. Önce mülkiyetimizden başlayalım: mâlik olduklarımızı, kadir olduklarımızı, sahib olduklarımızı terkedelim. Öyle ki en nihayet elimizde bir tek terk kalsın, sonra hiç düşünmeden onu da terkedelim.

İnsan, terkedemeyeceği şeye sahip olamaz(mış)!

Hava yine kurşun gibi ağır... VE şiddet şedîd... Kalmadı hüznün çaresi... Çünkü ayırmış başını gövdesinden adam, sahillerden çakıltaşı toplamakla vaktini hebâ ediyor; umud topladığını sanıyor üstelik...

Koca bir topluluk sahile doğru yürüyüşe çıkmışlar... Kum gibi kalabalıklarmış... Bu yüzden sahilde çakıl taşı toplayan adam saymamış, sayamamış gelenlerin kaç kişi olduklarını... Hepsi "hep bir ağızdan" bağırıyorlarmış: "Bütün müslümanlar zengin olmalı, ben de bir müslümanım, o halde ben de zengin olmalıyım."

Evet, hepsi de "bir ağızdan" ve neredeyse "hiç ara vermeden" tüm güçleriyle böyle çığırarak yaklaşıyorlarmış sahildeki adamın yanına... Yaklaşmışlar... yaklaşmışlar ve en nihayet adamın yanına gelmişler; "Bırak elindeki çakıltaşlarını da konuş bakalım?!" demişler. Adam yavaşça yerinden doğrulmuş, üstünü başını silkeledikten sonra onlara şöyle demiş: "Sizin bildiğiniz sadece hakikatin zâhiri! Şayet zâhirin hakikatini bilseydiniz, kıyasın sûretine değil, maddesine bakardınız ve hiç vakit geçirmeden hemen tevbe ederdiniz."

Kalabalık tevbe etmek yerine alay etmiş. Adam da çaresiz onlara bir teklifte bulunmuş: "Madem tevbe etmiyorsunuz, bari şu kıyas üzerinde biraz olsun teemmül edin: "Bütün insanlar bir anne-babadan doğmuştur, Hz. İsa da bir insandır, o halde Hz. İsa da bir anne-babadan doğmuştur!"

Kalabalık susmuş, adam konuşmuş: "Evet, dediğim gibi, sizin bildiğiniz sadece hakikatin zâhiri!"

Böylelikle zâhir susmuş, hakikat konuşmuş; "hakikat Benim" dememiş adam; sadece "ben Hakikatim" demekle yetinmiş.


25 yıl önce
"Müslümanlar zengin olmalı/Ben de bir müslümanım/O halde ben de zengin olmalıyım!"
İslâmî hareketten kavramlar savaşına…
Yaşama Sanatı ve Sinema
Bizim sorunumuz ne?
İran’da değişimin ayak sesleri…
İslâmcılık, milliyetçilik ve tam bağımsızlık