|
Ahlâk kitapları ve “İslâm Ahlâkının Esasları”

Bir zamanlar liselerde okutulmak üzere ahlâk kitapları hazırlatılmıştı. Bunları kıymetli ve ehil akademisyenlerimizden bazıları ortaklaşa kaleme almışlardı. Bir gün, bir lise öğrencisi bu kitabı satın almak için kitapçıya gidiyor. Selam melam vermeden “Sizde ahlâk var mı?” diye soruyor. Kitapçı da dalgınlığa gelmiş olmalı ki “yok” cevabını veriyor.

Bilmiyorum, eskiden böyle miydi, bugünün gençleri cümleleri epeyce kısaltarak yarım yamalak kelimelerle hatta birtakım işaretlerle konuşuyorlar yahut konuşamıyorlar. Defalarca şahit oldum. Delikanlımız ve hanım kızımız kitap sormak için bir dükkâna girer girmez hemen elindeki cep telefonunu adamın gözünün içine sokarcasına yüzüne tutuyor. Böylece aradığı kitabın adını söylemeye bile yüksünüyor. Söyleyenler de işte böyle söyledikleri için tuhaf ve garip manzaralar ortaya çıkıyor.

Ne dersiniz, buna benzer bir kitap soruş şeklinden daha bahsedeyim mi? Eski Milli Eğitim bakanlarından Hasan Âli Yücel, yine liselerde okutulmak üzere bir mantık kitabı hazırlamıştı. Bu ünlü bakan ne zaman İstanbul’a gelse muhakkak Sahaflar Çarşısına uğrar, oradaki dostlarından Nizameddin Bey’in dükkânında bir süre sohbet ederek dinlenirmiş. Yine bir gün aynı kitapçı dükkânında bulunduğu sırada içeri bir öğrenci giriyor ve kitapçıya “Hasan Âli Yücel’in mantığı var mı?” diye soruyor. Aynı zamanda nüktedan biri olan Nizameddin Bey, yanında oturan Bakan Bey’i göstererek işte kendisi, burada, sor bakalım mantığı var mıymış diyerek karşılık veriyor.

Böyle sakat cümlelerle ve tuhaf ifadelerle kitap sorma işine daha birçok örnek verebilirim ama asıl konumuz olan ahlâk ve ahlâk kitapları üzerinde biraz durmak istiyorum. Hani bir söz vardır. Sık sık işin başı sağlık cümlesini kullanma ihtiyacını duyarız. Buna bir nazire olmak üzere, işin başı ahlâk desek yine önemli, belki de en önemli bir gerçeği dile getirmiş oluruz herhalde. Hiç, ahlâk en önemli bir husus olmasaydı Fahr-i Kâinat Efendimiz, “Ben güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim” buyururlar mıydı?

İşte güzel ahlâkın manevi mevkii bu kadar yüksek olduğu için hakkında ciltler dolusu kitaplar yazıldı. İslâm âlimleri, kitaplarının konusu ne olursa olsun, ahlâk bahsine de yer vermeyi ihmal etmediler. Hatta bu mevzuda müstakil olarak yazılan birçok ahlâk kitabı vardır ki, bunların en meşhurlarından biri de “Ahlâk-ı Âlai” isimli muazzam eserdir. Bursalı Mehmet Tahir Bey’in “Ahlâk Kitaplarımız”, Ahmet Rıfat Bey’in “Tasvir-i Ahlâk”; Ömer Ferid Kam’ın, Emile Boirac’ın “Felsefenin İlkeleri” kitabından tercüme ettiği “İlm-i Ahlâk” isimli çalışmaları da bu vadide kaleme alınan kitaplardan sadece bir kaçıdır. Yukarıda da belirttiğim üzere, bu listeyi daha bir hayli uzatabiliriz.

Ben bu yazımda başka bir kitaptan, “İslâm Ahlakının Esasları” isimli eserden söz etmek istiyorum.

Sahih-i Buhari mütercimi olarak tanınan Babanzade Ahmet Naim’in “İslâm Ahlâkının Esasları” isimli bu eseri 1963 yılında “Yücel Yayınları” tarafından İstanbul’da neşredildi. Eserde müellifin dışında iki önemli şahsiyetin daha imzaları bulunuyor. En başta büyük kültür tarihçimiz Osman Nuri Ergin’in “Babanzade Ahmed Naim-Şahsiyeti ve Eserleri” başlıklı takdim yazısı yer alıyor. Ergin, bu yazısıyla, Ahmed Naim merhum hakkında önemli bilgiler veriyor.

Mehmet Akif’in damadı Ömer Rıza Doğrul ise, “Eseri Sunuş” başlığıyla kaleme aldığı takdim yazısında şunları söylüyor:

“Bu eser son asırda yetişen en değerli ilim adamlarımızdan Babanzade Ahmed Naim’in ‘Ahlâk-ı İslamiye Esasları’nın bugünkü nesil tarafından anlaşılacak tarzda yazılmış ve açıklanmış şeklidir.

Merhum üstat Ahmed Naim, ciddi ve kuvvetli bir ilim adamıydı. Ben de kendisini tanımak ve yirmi beş sene kadar onunla temas etmek imkânını elde etmiştim. Merhum kayınpederim Mehmet Akif, gerçi arkadaşlarını ayırt etmez ve hepsini severdi. Fakat kalbinde Ahmed Naim Bey’e ayırdığı yer, muhakkak ki imtiyazlı idi. Onun için Ahmed Naim’in ölüm haberini aldığı zaman hüngür hüngür ağlayacak derecede bu aziz dosttan ayrılışın acısını derinden hissetmişti. O zaman gönderdiği mektuplarda, ‘Onun öldüğünü haber aldığım anda, dünya başıma yıkıldı sandım’ diye yazdığını bizzat görmüştüm. Sarsılmaz bir seciye sahibi olmak, doğru olduğuna inandığı her şey üzerinde sebat etmek ve bu uğurda hiçbir fedakârlıktan yılmamak ama doğruyu söylemek, bildiğini iyi bilmek ve bilmediğini öğrenmeye çalışmak bu iki güzide fıtratı birbirine sevdiren ve aralarındaki sevgiye öz ve hız veren en belli başlı vasıflardı. Onun için de hak olduğuna inandıkları yoldan zerre kadar ayrılmayarak yaşamışlar ve öylece ölmüşlerdir. Dünyada gönüller birbirine bağlı olan bu iki dost, yer altında da birbirlerine komşu olmuşlar ve Edirnekapı Şehitliğinin karşısındaki mezarlıkta ve âdeta birbirine bitişik birer kabre gömülmüşlerdir.

Manevi çehresinin esas hatlarını çizdiğim merhum üstad Osman Ergin, gıbtaya değer bir muvaffakiyetle anlatmış olduğu için, ben buracıkta merhum üstadın yalnız bu eserinden bahsetmek istiyorum.

Üstad Ahmed Naim’in kendisi bu eseri niçin yazdığını, kitabın başında izah ediyor. Bu başlangıca göre, 1912 yılında Lahey’de ahlâkî terbiye konusuyla meşgul olan bir konferansın toplanması kararlaştırılmış ve bizim de bu konferansa iştirakimiz istenmişti. O zaman Maarif Nazırlığı görevinde bulunan merhum Emrullah Efendi, bizim ahlâkî terbiyemizin destekleri hakkında konferansa sunulmak üzere bir raporun hazırlanmasını Ahmed Naim’den rica etmiş, o da çalışmaya başlamıştı. Fakat çalışmalarını tamamlamadan ve hazırladığı raporların müsveddelerini istediği gibi işlemeden önce o zamanlar iktidar mevkiinde bulunan kabine düşmüş, yeni kabine de bu konferansa iştirak etmek işine bir önem vermemiş hatta daha eski hükümetin bu konferansa iştiraki kabul etmiş olduğunu ve bu sözü yerine getirmek gerektiğini de aklından geçirmemişti. Bu yüzden konferansa iştirak etmek işi bertaraf olduğu gibi, Ahmed Naim’in hazırladığı rapor da kendi evrakı arasında unutulmuştu. Bir hayli zaman geçtikten sonra üstad Ahmed Naim bu raporu neşretmeyi düşünmüş ve eser 1329’da Sebilürreşad mecmuasında tefrika edildikten sonra 1340’ta bir risale halinde neşrolunmuştu.

Eserin hem tefrika edildiği, hem de bir risale halinde neşrolunduğu sırada tekrar okumuş ve çok sevmiştim. Ben de kitabı bugünün Türkçesine çevirmeye başladım ve üstadın üslubunu elden geldiği kadar koruyarak ifade etmek istediği manaların verdiği imkân dairesinde bu manaları açıkladım ve bu sayede onu bugünün nesliyle tanıştıran bu ilk eseri neşre muvaffak oldum.

Bu işi başarmaya çalışırken merhum üstadın ruhunu muazzep edecek her ifrattan sakınmak için âzami titizliği gösterdikten başka açıklamalarımda ancak onun ruhunu hoşnut edeceğine kâni olduğum hareket tarzını seçtim. Merhum üstadın devam etmek itiyadında bulunduğu meclislerde ve mahfillerde yirmi beş seneyi kendisiyle birlikte geçirmenin, üstadın içini dışını anlamış olmak kanaatinin verdiği ilhamla hareket etmiş olduğuma inanarak bu eseri yeni şekliyle neşre cesaret ediyor ve bugünkü neslin de merhum üstadı tanıyarak seveceğine ve bu sevginin devam edip gideceğine inanıyorum.

Arada bu nâçiz hizmetinden dolayı bu aciz muharrir de hayırla anılırsa, ruhunun umduğu bütün bahtiyarlığa ermiş olur.

Doğrusu şudur ki son iki sene zarfında merhum üstad Mehmet Âkif’in ‘Safahat’ını Türk okuyucularına sunduktan sonra birbirinin yâr-ı gârı olan iki dosttan Ahmed Naim’in eserini de Türk okuyucularına sunmak benim için manevi bir borç mahiyetini almıştı. Ve bu borcu tez elden ödemek benim için büyük bir vazife teşkil ediyordu. Bu borcu ödememek yüzünden yarın hesaba çekilmeyi istemediğimden, Âkif’in külliyatından sonra Ahmed Naim’in yeni nesle sunulmaya değer bütün eserlerini neşrettikten sonra hayatta iki yâr-ı gâr, ölümde iki yâr-ı gâr ve herhalde ukbada iki yâr-ı gâr olan Mehmet Âkif’le Ahmed Naim’e karşı borcunu ödemiş ve ikisini de hoşnut etmiş olacağıma kaniim.

Cenabı Hak’dan muvaffakiyet dilerim.”

Eserin muhtevasından bahsetmeye yerim kalmadığı için onu hazırlayanlardan nakilde bulunmakla yetindim. Bu vesileyle, böyle kıymetli kitaplara yazılan takrizleri, takdimleri okumaktan büyük zevk aldığımı itiraf etmiş olayım. Sizlerin de aynı zevki yaşamanız dileğiyle…

#Ahlak
#İslam
#Dursun Gürlek
22 gün önce
Ahlâk kitapları ve “İslâm Ahlâkının Esasları”
Arafat: Dönüşü olmayan yeni bir yol
G-7 zirvesi ve beklentiler
Sosyal denge tazminatı ödemesinde geçici görev ayrıntısı
Korku ile umut arasında direniş ve dirilişe öncülük etmek…
Sistem krizi ve Türkiye’nin Gazze diplomasisi