|
Asr-ı Saâdet’ten bir ibret tablosu

Ağustos ayının ilk Cuma namazını kılmak için Üsküdar’daki Mihrimah Sultan Camii’ne gittim. Dışarıdaki aşırı sıcağa karşılık içeride serin bir hava vardı. Vaiz efendi Cuma namazının önemini anlatmaya başlamıştı. Bu mühim namazın tarihçesinden, ilk defa nerede ve nasıl kılındığından bahsettikten sonra mazereti olmadan üç cumayı peş peşe terk edenlerin kalplerinin mühürleneceğini söyledi. Türkçesi de, fena değildi.

İmam efendiye gelince, o da minberde aynı konuyu işledi. Özellikle hutbeyi dinlemenin ne kadar önemli olduğunu anlattı. Hatip, hutbe okurken cep telefonuyla veya başka bir şeyle oynamanın son derece yanlış bir hareket olduğunu belirtip hutbeyi sükûnet içinde dinlemenin farz olduğunu dile getirdi. Bunun ne kadar önemli olduğunu vurgulamak için birkaç cümle daha söyleyince ben de içimden hele şükür dedim. Çünkü son zamanlarda vaaz ve hutbe esnasında cep telefonlarını ceplerinden çıkaranların sayısı hayli artmıştı ve hocalarımız ikaz konusunda biraz yavaş davranıyorlardı.

Bu hususta bir iki cümle daha söylemek istiyorum. Camilerimizi süsleyen kürsüler ve minberler birer irşad makamıdır, dolayısıyla vaizlerimizin ve hatiplerimizin bu makamların hakkını, vermeleri gerekiyor. Unutmayalım ki, dini kültürümüzün bir bölümünü de, hitabeti kuvvetli hatipler ile kürsü vaizleri teşkil ediyor. İki örnek vermek gerekirse Manastırlı İsmail Hakkı Efendi ile Alasonyalı Hacı Cemal merhumun isimlerini zikredebiliriz. Meşrutiyet devrinde engin bilgisiyle ve hitabet sanatına olan vukûfiyetiyle tanınan İsmail Hakkı Efendi, en meşhur kürsü vaizlerimizden biriydi ve “Ayasofya Vaizi” olarak büyük bir şöhret kazanmıştı. Tahirü’l – Mevlevî, Ayasofya Camii’ni anlatan bir yazısında bu büyük söz ustasından da bahsediyor. Son devrin olgun ve coşkun vâizlerinden biri de merhum Alasonyalı Hacı Cemal Efendi idi. Nükteli cümlelerle ve latif latifelerle yaptığı vaazlar camileri şenlendiriyordu. Erkek cemaati kadar, kadın cemaati de mabedleri doldurup taşırıyordu. Eskiden bunlara “İstanbul dersiâmları” deniliyordu.

Sözü yine Tahirü’l -Mevlevî’ye getirecek olursak, merhum hem dinî mâlûmâtı dolayısıyla, hem de kültürel zenginlik itibariyle büyük bir donanıma sahipti. İstanbul’un çeşitli selâtin camilerinde yıllarca Mesnevî sohbetleri yaptığı için cemaatle, camiyle her daim içli dışlı bir hayat yaşamıştı. Cami âdâbıyla, minberle, mihrapla, eski hoca efendilerle, edebî şahsiyetlerle, İslâm tarihiyle ilgili kaleme aldığı yazılar ve kitaplar büyük bir yekûn tutuyor. Mesela 17 Kasım 1949 tarihli “İslâm Yolu”nda, “Dini Hutbelerde Beden Hareketleri Yapılamaz” başlığıyla yayımladığı bir makalede minber âdâbıyla, hutbenin kısalığıyla yahut uzunluğuyla ilgili dikkat çekici ve irşad edici bilgiler veriyor.

Yeri gelmişken onun böyle alaka celbedici ve Peygamber sevgisinin ne demek olduğunu dile getirici bir yazısını sizlerle paylaşmak istiyorum. Şârihi Mesnevî, Tahirü’l – Mevlevî minberi konu alan ve Asr-ı Saadet’te meydana gelen olağanüstü bir hadiseyi, daha doğrusu bir mucizeyi bakınız nasıl anlatıyor:

“Hicretin sekizinci senesi sonlarına doğru idi ki Müslümanlar çoğalmış, Mescid-i Nebevî cemaati artmış. Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, mihrabın yanındaki bir hurma direğine dayanarak hutbe irad ederken arkada kalanlar tarafından Vech-i Saadet tamamen görülemez olmuştu. Halbuki bir hatibin sözü kadar yüzü de dinleyenler üzerinde tesir yapar. Yüzü görülmeyen bir hatibin, hatta bir vaizin yalnız sözlerini dinlemek, radyo makinesinden çıkan sesi dinlemek gibi olur. Bundan dolayı zamanımızda olduğu gibi, eskiden de Araplarda ve hitabeleriyle iştihar etmiş (meşhur olmuş) eski Yunanlılarla Romalılarda hatipler, yüksek yerlerde ve ayaküstünde nutuk irad ederler ve böylece sözlerinin tesirini artırırlardı. Araplarda nikâh hutbesinden maâdasının ayakta yahut deve üstünde irad olunması âdetti. Buna binaen Aleyhisselati Vesselam Efendimiz de hazarda ve mescid dahilinde irad edeceği hutbeleri mihrap yanındaki bir hurma direğine dayanarak iblağ buyururdu. Seferde ise, yine ayakta durur, ya kılıca yahut yay’a dayanırdı. Sahih-i Buhari’nin Kitabü’l Cum’a’sında Sehl bin Sa’dissaidi radiyallahü anh’den naklen deniliyor ki: Resulullah Sallallahü Aleyhi Vesellem Hazretleri, filan kadına haber gönderdi. Dülger bulunan kölene emret de bana ağaçtan bir minber yapsın. Halka söz söylediğim vakit onun üstüne oturayım, buyurdu. Kadın emir verdi, köle de minberi yaptı.

Bu minber üç basamaklı, bir meclisli ve dayanmak için aralıklı idi. Sallallahü Aleyhi Vesellem Efendimiz, üçüncü basamakta durur, icabında üst tarafına otururdu. Sonra Sıddık-ı Ekber Radiyallahü Anh, teeddüben bir basamak aşağı oturdu. Hz. Ömer Radiyallahü Anh de bir basamak aşağı indi. Hz. Osman Radiyallahü Anh ise Zat-ı Risâlet’in durduğu basamağa kadar çıktı. Çünkü o da bir basamak inseydi, minbere çıkmamış olacaktı. Sonra ma’zereti anlattı.

Abbasi halifelerinden biri, şu hareketinden dolayı Hz. Osman’ı tenkid ediyormuş. Nedimi demiş ki: Eğer her halifenin bir basamak aşağı hitabeti lazım gelseydi Efendimiz’in kuyu dibinden hitabe iradı icab ederdi.

Minber kapısına ilk defa perde astıran Hz. Osman imiş. Bunun için İran camilerindeki minberlerin kapılarında perde yoktur.

Sonra Muaviye bin Ebu Süfyan, saltanatını maddi vasıtalarla takviye için Minber-i Nebevî’yi Şam’a nakletmek istedi. Bunun için Medine Valisi Mervan Bin Hakem’e emir verdi. Mervan, minberi söktüreceği sırada güneş tutuldu. Ahali bundan teşe’üm etti. (uğursuzluk saydı). Binaenaleyh Mervan:

Maksadım minberi kaldırtmak değil, yüksetmek idi diyerek aşağıdan altı basamak ilave ettirdi. Bir de Resulullah Efendimiz’in oturduğu yerin üstüne bir kubbe yaptırdı. İran camilerinde bu kubbe de yoktur. Keşke bizde Minber-i Nebevî’nin şekli muhafaza edilmiş olsaydı.

Emevilerden Melik bin Abdülmelik, Medine mescidini genişlettirdiği sırada, Medine Valisi bulunan Ömer bin Abdülaziz’e hücerât-ı seniyyenin yıktırılmasını emretmiş, ezvâc-ı tahirâtın (Peygamberimiz’in temiz zevcelerinin) ikamet ettikleri hücreler yıktırılıp arsaları Mescid-i Nebevî sahasına ilave olunmuştu. Ömer bin Abdülaziz, bu işe vasıta olduğuna nâdim olmuş. ‘Keşke hücreler muhafaza edilmiş olsaydı da, Hz. Peygamber’in ne kadar mütevazı ve kanaatkâr olduğunu görüp de ümmeti anlasaydı’ demişti.

Bu minber Hicret’in 578. senesine kadar dayandı ise de çürüyüp o sene yıkıldı. Muhtelif tarihlerde 7 defa yenilendi. Enkazından teberrüken sakal tarakları yapıldı. Şimdiki mermer minber Osmanlı padişahlarından Üçüncü Sultan Murad’ın eseridir.

İşte minber yapılıp da Aleyhissalat Efendimiz onun üstüne çıkınca daha önce dayandığı hurma direğinden bir inilti duyuldu. Efendimiz minberden inip direği kucakladı ve susturdu. Bu mucize-i celile, Buharî’de, Neseî’de, Ebû Davud da Cabir Radiyallahü Anh’den şöyle nakledilir:

Resulullah Efendimiz hutbe irad ettiği vakit mescidin direklerinden bir hurma sütununa dayanırdı. Zât-ı Akdes-i Nebevî için minber yapılıp da oraya çıkınca yanında hutbe okuduğu direk çatlayıp yarılacak derecede inledi. Efendimiz minberden indi. Direği kucakladı. O esnada direk, kucakta susturulan bir çocuk gibi inliyordu. Efendimiz, şu hali izah için ‘Bu direk işittiği zikir ve hutbeden uzak düştüğü için ağladı’ buyurdu.

Zât-ı Risâlet’in direği kucaklayıp susturduktan sonra cennette ebedi bir ağaç olması için, minberin altına gömdürdüğü siyer kitaplarında yazılıdır.”

Şefâat yâ Resûlallah!...

#Aktüel
#İslam
#Din
#Dursun Gürlek
9 ay önce
Asr-ı Saâdet’ten bir ibret tablosu
Orta yol doğru istikameti gerektirir
Korksak mı?!
Londra izlenimlerim, beklentiler ve riskler
Türkiye’nin enerjisi
Komprador entelektüel ve siyasi işlevi