|
Mehmet Akif’ten göz yaşartıcı bir tablo

Türkiye’de hayatı ve eserleri hakkında en fazla araştırma yapılan ve bir hayli eser yazılan önemli şahsiyetlerden biri de hiç şüphesiz Mehmet Akif Ersoy’dur. Ancak şurası da bir gerçektir ki, bunca kitabın hepsine kaliteli çalışmalar gözüyle bakamayız. Kanaatim o ki, merhum hakkında alelacele kaleme alınan, yalap şalap bir üslupla piyasaya sürülen eserler, ciddi araştırma ürünü olan kitaplara oranla daha büyük bir yekun tutuyor. Onları bir tarafa bırakarak söyleyecek olursak, bu konuda tetebbuatta bulunan ve kalıcı eserlere imza atan müelliflerin başında Eşref Edip, Süleyman Nazif ve Mithat Cemal gibi isimler geliyor. Günümüzde ise bu ciddiyetin ve titizliğin temsilciliğini Ertuğrul Düzdağ Bey yapıyor.

Şunu da belirteyim ki, şairimizin aziz dostu ve çileli arkadaşı Eşref Edip Fergan’ın “Mehmet Akif Hayatı, Eserleri ve Yetmiş Muharririn Yazıları” adıyla kaleme aldığı iki cildlik eser tam bir hazine olarak karşımıza çıkıyor. Benim de tanıma ve elini öpme şerefine erdiğim merhumun kıymetli kitabı hakkında bu girizgâhı yazdıktan sonra dikkat çekici bir nakilde bulunmak istiyorum. Akif’imizin ne derece fedakâr bir insan olduğunu gözler önüne seren kısa hikâye şöyle:

Akif, İngilizlerin Çanakkale Boğazı’nı geçemedikleri, çadırlarını bile almaya vakit bulamadan defoldukları müjdesini, Hicaz demiryolunun tam ortasındaki bir çöl istasyonunda alıyor. Kendisine bu sevindirici haberi El- Muazzam’daki tren şefi Mısırlı Mahmud veriyor. Sevinçten çıldıracak gibi olan Akif’in gözlerinden sevinç gözyaşları dökülüyor. Şairimiz hem ağlıyor, hem Allah’a şükrediyor. Gerisi, Eşref Edib Bey’in eserinde şöyle anlatılıyor:

“İstasyon memuru artık bize bildiği havadisleri anlatıyordu. Memurun iki karısı vardı. Burada çile dolduruyorlardı. Talihsiz kadınlardan birinin haftalardan beri dişi ağrıyordu, diğeri de gebeydi. Akşama, sabaha doğuracaktı. Birisi, bir posta müdürünün kızı, diğeri de Malatyalı bir subayın kerimesiydi.

Memurun bize verdiği böyle güzel bir havadise karşılık biz de onun ailesine bir iyilik yapalım dedik. Yanımızda diş ilacı vardı. İlacı dişine koyar koymaz ağrısı kesildi. Kadıncağızın gözü açıldı. Teşekkür etmeye başladı. Fakat ailenin durumu perişandı, odanın her tarafından sefalet fışkırıyordu. Dışarıya çıkınca gördüğüm manzarayı Akif’e anlattım. Tabii ki çok üzüldü. Biraz sonra baktım. Akif yirmi sekiz yaşındaki bu zavallı kocayı sigaya çekmiş, ona durmadan söylenip duruyordu:

Oğlum! Sağlığın yerinde değil, gücün kuvvetin yok. Kesen ise kafan gibi bomboş. Neyine gerek senin iki değil, hatta bir evlenmek? Yazık değil mi bu yavrulara? Yiyecek yok, giyecek yok. Yahu, buna bir çare düşünmek de mi yok?

Ne düşüneceğim efendim, ben de şaşırdım. Yarın, öbür gün büyüğü de doğuracak. Ben ne yapacağımı bilemiyorum. Sizde eski çamaşırlar varsa bari lütfen veriniz de doğacak çocuğu saralım…

Akif’in yüzünü derin bir üzüntü kaplamıştı. Oradan ayrılıp çadırımıza gelince Akif bana: ‘Arkadaş, bu kadıncağıza yardım şart. Ortada hayati tehlike var!’ dedi ve devam etti: Ben şimdi trene atlayıp Şam’a gideyim. Bunlar için ne gerekiyorsa alıp getireyim.

Aman Akif, Şam buradan iki gün, iki gecelik mesafede. Nasıl gideceksin?

Ortada bir felaket var. Görünce ciğerim parçalandı. Ben hemen gidip gelirim.

Mademki bu zahmete katlanıyorsun, seni alıkoymak istemem.

Ertesi gün Akif, Besmele’yi çekip yola çıktı. Hareketinin beşinci günüydü. Tam bir Şam tüccarı gibi, yüklerle El-Muazzam’a geldi. Beş gün, beş gece yük vagonunda gidip gelmiş. Şehla gözleri uykusuzluktan, mahmurlaşmıştı. Fakat insani bir görevi yerine getirdiğinden dolayı çok memnundu, çok neşeliydi. Getirdiği şeylere şöyle bir baktım… Neler yoktu ki!.. Diplomalı bir ebeye, bir avuç altın verilip de gönderilseydi bu eşyaları böyle düzgün alıp getiremezdi.

İşin tuhafı, bu eşyalar gelince kadınlar arasında kavga çıktı. Küçüğü: ‘Yarın ben de doğuracak olursam bu şeyleri bana kim getirecek? Ne geldiyse yarısı senin, yarısı benim’ diye kadına diretmez mi? Haber gönderdik. Sana da para verelim dedik.

Hayır, olmaz. Siz gittikten sonra kocam paraları elimden alır, dedi. Uğraştık, uzlaştırmaya çalıştık. Fakat bir türlü başarılı olamadık. Nihayet gelen eşyaları ikisine paylaştırdık.

Beş, on gün sonra emir de gelmişti. Tabii, kadının doğurmasını beklemeden hareket ettik. Yolda Akif benimle latife ediyordu:

Ben görevimi yaptım, nöbetimi savdım. Sıra sendeydi. Ebeliği de sen yapacaktın.

Yahu, ben bir kedi bile doğururken değil yardım, bakmaya da cesaret edemem. Bununla beraber, senin bu eşyayı tedarik konusundaki liyakatini gördükten sonra, bu ebeliği de yapacağına kanaat getirdim. Zaten doktorluğun da var.

Birader, ben baytarım. Ama şimdi bir keçiyi bile doğurtabileceğimi zannetmiyorum.

Güle güle yollarda vakit geçirdik. Ah, mübarek Akif! Sefalet içindeki bir kadına yardım etmek için 60 derecelik bir sıcaklıkta, kızgın çöllerde aylarca dolaştın. Sonra bir gece bile dinlenmeden, beş gün beş gece eşya vagonlarında yattın!...”

#Mehmet Akif Ersoy
#Malatya
#Süleyman Nazif
4 yıl önce
Mehmet Akif’ten göz yaşartıcı bir tablo
Kuklaları oynatan Derin Kuklacılar?
‘Susadım çeşmeye varmaz olaydım’
Türkiye’yi devşirme kurtarıcılardan kurtarma mücadelesi…
Ankara’da vekâletler çekişmesi
Kibirleri boyunlarını aşan muhterisler kim?