|
Orhan Şâik Gökyay

Kültür dünyamızın renkli simalarından merhum Prof. Dr. Ahmed Süheyl Ünver’in, kendisini yakından tanıyanların ve eserlerini okuyanların çok iyi bildikleri şöyle bir sözü var: “Efendim, kitap çok, fakat hepsini okumaya vakit yok. Öyleyse yapılacak iş, bol bol kitap karıştırmaktır. Tabii ki, bu söz dergiler için de geçerli.

Geçen akşam, rahmetli Ahmed Kabaklı hocamızın sahibi olduğu ve bugün de yayınına devam eden “Türk Edebiyatı” dergisinin eski sayılarını gözden geçirirken iki röportaj dikkatimi çekti. Hem konu Orhan Şaik Gökyay olduğu, hem de mülakatları yapanları yakından tanıdığım için ikisini de dikkatle okudum. Merakınızı gidermek için isimlerini de vereyim: Mehdi Ergüzel, Muhsin Karabay, Aydil Erol… Hemşehrim Mehdi Bey bir ara, adı geçen derginin yöneticiliğini de yaptı. Arkadaşım Muhsin Karabay ise, tam bir kültür adamı ve Hocayı “maâile” tanıyor. Sözün burasında şöyle bir cümle kurmak ihtiyacı duydum: Muhsin Hoca’nın ilim, sanat ve kültür adamlarıyla yaptığı böyle daha bir çok röportajının bulunduğunu biliyorum. Ancak bunları ne zaman kitaplaştıracağını bilmiyorum. Acaba kendisi biliyor mu? Bir ara Ayyıldız gazetesinde birlikte çalıştığımız Aydil Erol Bey’e gelince o da Bâbıâli’de sevilen ve sayılan bir kalem erbabıdır. Mehdi Bey’le Muhsin Bey’in müştereken yaptıkları mülakat, Aralık 1993 tarihli “Türk Edebiyatı”nın 242. sayısında neşredilmiş. Aydil Bey’in röportajı ise Aralık 1998 tarihli aynı derginin 302 sayılı nüshasında yayımlanmış.

Orhan Şaik Hoca’nın vefat tarihi 2 Aralık 1994. Bugünün tarihi ise 6 Aralık 2020. Demek ki, aradan neredeyse otuz yıla yakın bir zaman geçmiş. Bu vesileyle bir kere daha kendisini rahmtle anıyorum.

Aydil Erol Bey’den gıyabi izin alarak ve bazı ilavelerde bulunarak bu ilgi çekici mülakattan bir – iki nakilde bulunmak istiyorum. Destursuz bağa girenleri bir güzel taşlayan, yalan yanlış yazılar kaleme alanları iyice haşlayan Orhan Şaik Hoca, çocukluğunuz nasıl geçti diye kendisine yöneltilen ilk sorulardan birine, çalışkan bir talebeydim. Türkçe hocam babamdı. İsmail Habib Sevük lisede hocamdı. Ondan çok şey öğrendim, diye cevap veriyor. Konuya kendimi de müsaadenizle dahil edeceğim. Ünlü edebiyatçımız İsmail Habip Sevük’ün hemen hemen bütün eserlerini okuduğum için ben de ondan çok şey öğrendim.

Gençlik yıllarını yaşadığı Kastamonu ile ilgili soruyu cevaplandırırken Hoca, Mehmet Âkif, Mehmed Emin Yurdakul gibi önemli isimleri hatırlatıyor. Bilindiği üzere, o yıllarda Mehmet Âkif, Kastamonu’nun tarihi mabetlerinden Nasrullah Camii’nde heyecanlı vaazlar yapıyor ve halkı Milli Mücadeleye teşvik ediyor. Bu isimler Hoca’nın okuduğu okula da gelip aynı minval üzere konuşmalar yapıyorlar. Hoca, ayrıca Kastamonu’da çıkan Açıksöz gazetesini takip ediyor ve her gün İsmail Habip Sevük’ün yazılarını okuyor. Bütün bunlar, onun vatan, millet sevgisini daha da körüklüyor. Orhan Hoca’nın içinde yaşadığı bu şehre muhabbeti o kadar fazla ki, başka bir soru üzerine “Kastomunu yöresi Türkçe’nin hasını konuşur” diyor.

Buna da şöyle bir katkıda bulunayım. Bu şehrimizin yetiştirdiği büyük âlim ve ârif Mehmed Feyzi Efendi “Kastamonu’nun Fazileti”ni Seydişehirli Şerafeddin Efendi’den naklen şöyle anlatıyor: Selman-ı Farisi hazretleri Şam’a ve Medine’ye doğru giderken Kastamonu’ya uğramış, bugünkü Nasrullah Camisi’nin yerinde bir nur görmüş. Şeyh Şerafeddin Efendi, Kastamonu’da 17 bin evliya yattığını söylemiş. Medine’den gelen hac delili Şeyh Osman Efendi, buraya gelince, ‘Burası küçük Medine-i Münevvere’ dermiş. Taşıyla toprağıyla mübarektir bu Kastamonu. Mekke silsilesine bağlıdır. Buradan oraya yol vardır. Mekke ve Medine dağlarının silsilesi Anadolu’da devam ediyor. Üsküdar’a kadar geliyor. Kastamonu bu silsileye dahildir.

Orhan Şaik Gökyay’ın bir özelliği de soğuğa dayanıklı olmasıdır. O kadar ki kışın en şiddetli günlerinde bile palto giydiği görülmemiştir. İbnülemin Mahmud Kemal Bey’in ise palto çıkardığı vaki değildir. Hazret, haziran sıcağında bile o kalın paltosuyla boyunbağını çıkarmaz. Hatta bazen iki paltoyu üst üste giydiği söyleniyor.

Orhan Hoca, Aydil Bey’in Evliya Çelebi ile ilgili sorusunu da şöyle cevaplandırıyor. “Şimdi adını hatırlayamadığım bir bakanla konuşuyorduk sordu: ‘Çelebi’yi kim hazırlayabilir?’ Ben de dedim ki: ‘Türkiye’de o işi yapacak üç kişi vardır.’

- Adlarını verebilir misiniz?

- Orhan, Şaik, Gökyay!...

Onunla ilgili şöyle üçlü bir tekerleme daha var: Hoca, Edebiyat Fakültesi’ni yeni bitiren bir delikanlıya “Evladım, dört yıl edebiyat okudun, ne öğrendin?” diye soruyor. Delikanlı “Valla hocam fâilâtün, fâilâtün, fâilün’den başka bir şey öğrenmedim” cevabını verince Hoca teşhisi koyuyor: Öyleyse oğlum sen “Câhilâtün, câhilâtün, câhilünsün!..”

Diğer bir soruya cevap sadedinde, “Ben giyime, kuşama önem vermem. Sabahlara kadar çalışırım. Şu gördüğün lambanın gün ışıyana değin sönmediği çok olmuştur” diyor. Bu cevap bana Kâtip Çelebi’yi hatırlattı. 17. yüzyılın bu büyük âliminin çalışma odasındaki mum da sabah güneşiyle birlikte sönermiş. Unutmadan söyleyeyim: Türkiye’de Kâtip Çelebi hakkında en sağlam, en ayrıntılı çalışmayı iki kişi yapmıştır:

Muallim Cevdet. Orhan Şaik Gökyay…

#Orhan Şâik Gökyay
3 yıl önce
Orhan Şâik Gökyay
Kuklaları oynatan Derin Kuklacılar?
‘Susadım çeşmeye varmaz olaydım’
Türkiye’yi devşirme kurtarıcılardan kurtarma mücadelesi…
Ankara’da vekâletler çekişmesi
Kibirleri boyunlarını aşan muhterisler kim?