|
Şehid analarına ithaf edilen kitap

Efendim, Asr-ı Saadet’de meydana gelen göz yaşartıcı tablolardan birini müsaadenizle şöyle takdim edeyim:

Bir bayram günüydü. Peygamber Efendimiz bayram namazından sonra, Enes bin Malik hazretleriyle birlikte nur merkezi olan Hane-i Saadet’ine dönüyordu. Bayram bu ya; çocuklar büyük bir neşe ve tarifi imkânsız bir sevinç içinde oynuyorlar; sağa sola koşuyorlar, sular gibi cıvıldaşıyorlardı. Sanki bayramın bütün özelliği ve güzelliği o anda çocukların üzerinde olanca canlılığıyla kendini gösteriyordu. Çocukları çok seven Allah’ın Resulü bu güzel manzarayı bir süre seyrederek onların sevinçlerine ortak oldu. Fakat Efendimizin duyduğu sürur bir anda hüzne dönüştü, neşenin yerini keder aldı. Çünkü karşıda melul, mahzun duran bir çocuk gördü. Bu yavrucak büyük bir coşkuyla oynayan, gülüp koşan çocukları sadece seyrediyordu. Masum yüzünde sevinçten ve neş’eden hiçbir eser yoktu. Aksine son derece mahzundu.



Efendimiz, çocuğun yanına yaklaşıp selam verdi. Neden diğer çocuklar gibi oynamadığını, bayramın tadını çıkarmadığını sordu. Masum yavrunun verdiği cevap Efendimizi çok etkiledi, o kadar ki göz yaşlarına hakim olamadı. Çocuk büyük bir üzüntü içinde dedi ki: “Ya Resulallah! Bayram benim neyime, bayram onların bayramı. Neş’elenmek, sevinmek onların hakkı. Bana gelince, benim kimsem yok. Halbuki onların hepsinin anası babası var. Babam bir savaşta şehit düştü. Annem başka biriyle evlendi. Üvey babam ise benimle hiç ilgilenmiyor. Beni sokağa bıraktılar. Ben üzülmeyeyim de kim üzülsün? Eğer babam olsaydı ben de şu gördüğün çocuklar gibi bayram sevincini yapardım.”

Çocuktan bu sözleri duyan Kâinatın Efendisi, bir hüzün deryasına gark oluyor, döktüğü gözyaşlarıyla sakal-ı şerifi ıslanıyor. Derken Peygamber şefkatliyle kendinden geçiyor. Çünkü bu hazin manzara Arş-ı Â’lâ’yı titretecek bir manzaraydı. Yetimin âhının ne demek olduğunu O’ndan başka kim tam olarak bilebilirdi ki?.. Efendimiz, derhal masum yavrunun başını okşadı ve müjdeyi verdi, dedi ki:

İster misin bundan sonra baban ben olayım? Ayşe anan, Fatıma ablan, kardeşlerin de cennet çocukları olan Hasan ile Hüseyin olsun. Bu sözler karşısında çok heyecanlanan yavrucak, Efendimiz’e: “Sen, Allah’ın Resulü değil misin?” diye sorup mübarek ellerine sarıldı. Efendimiz de masumu elinden tutup Hane-i Saadet’ine götürdü.

Ne büyük bir şefkat, ne şanslı bir çocuk ve ne göz yaşartıcı bir manzara!.. Evet, şehitlik bizin dini inancımıza göre en yüksek manevi rütbelerden biridir. Şehit babaları, şehit anaları, şehit çocukları da toplumun en acılı, en duyarlı, fakat en bahtiyar insanlarını teşkil ediyorlar. İslam tarihinin en canlı tablolarını, şüheda mertebesine yükselen bu kahramnların sergiledikleri muhteşem tablolar oluşturuyor.

Şehitlere ait menkıbelerin sayısı anlatılmakla bitmiyor. Bu konuda yazılan kitapların miktarı büyük bir yekuna ulaşıyor. Mesela ünlü romancımız Feridun Fazıl Tülbentçi’nin eseri bunlardan biri. 1961’de yayımlanan kitapta, Osmanlı’dan günümüze kahraman şehitlerimizin hayat hikâyeleri ama daha çok nasıl şehit edildikleri anlatılıyor. Yazarın derin tarih bilgisiyle beraber, Türkçeye olan vukufiyeti de esere ayrı bir renk katıyor. “Şehitler” isimli bu kitap şu kısa önsözle başlıyor:

“Ankara ve İstanbul radyolarında ‘Kahramanlık Menkıbeleri’, ‘Geçmişte Bugün’, ‘Kahramanlar Geçiyor’ başlıklarıyla yaptığım ve bir kısmını kitap halinde çıkarmış olduğum konuşmalarımdan seçtiğim yazıları ‘Şehitler’ adı altında yeniden topladım. Bu kitabı, şehit analarına ithaf ediyorum. Sayısını Cenab-ı Allah’tan başka kimsenin bilmediği aziz şehitlerimizin mübarek hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.”

Eskiden askerlerimize dini bilgiler vermek için çeşitli eserler kaleme alınmıştı. Üryanizade Vahid’in “Asker İlmihali”, Ahmed Hamdi Akseki’nin “Askere Din Dersleri”, Muallim Cevdet’in “Askeri Din Dersleri” bu konuda yazılan kitaplardan bazılarını teşil ediyor. Muallim Cevdet’in Arap harfleriyle kaleme aldığı bu eser, daha sonraki yıllarda Bedir Yayınevi tarafından Latin harfleriyle de neşredildi. 240 sayfalık bu kitap hakkında daha ayrıntılı bilgi almak istiyorsanız, İstanbul Mektupçusu Osman Nuri Ergin’in, “Muallim Cevdet’in Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi” isimli muazzam kitabındaki tanıtım yazısını okumanız gerekiyor.

Bir gün Muallim Cevdet’in bu kitabını karıştırırken “Şehitleri Ziyaret” başlığı dikkatimi çekti. “Şehit mezarlarını gezme, ruhlarına Fatiha oku” cümlesiyle başlayan yazarımız bir takım genç askerlerle Edirnekapı Şehitliği’ni geziyor. Gördüklerini, duyduklarını, hissettiklerini kendine mahsus bir üslupla anlatıyor. Fanilikle ebediyetin birleştiği bu yeşil toprakların, ziyaretçileri nasıl derin derin düşündürdüğünü dile getiriyor. Gerçekten de İstanbul’un tarihi kabristanlarında dolaşırken, serin servilerin altında derin düşüncelere dalmamak, kabir taşlarına hüzünlü gözlerle nazar edip ibret almamak mümkün değil. Edirnekapı Şehitliği’ni işte böyle bir halet-i ruhiye ile gezen Muallim Cevdet de, mübarek şehitlere ve şehitliklere nasıl saygı göstermek gerektiğini belirttikten sonra, onlara karşı görevlerimizin nelerden ibaret olduğunu nev’i şahsına münhasır üslubuyla birer birer sıralıyor.

Biliyor musunuz, bu büyük eğitimcimiz ve tarihçimiz de vefat edince Edirnekapı Şehitliği’ne defnediliyor. Kabri de “Ey Şehid oğlu şehid, isteme benden makber / Sana âğûşunu açmış duruyor Peygamber ” diyen ve en güzel şiirlerinden birini “Çanakkale Şehitleri”ne ithaf eden Mehmed Âkif Ersoy’un mezarının yanı başında bulunuyor.

Bu vesileyle İdlib’de şehitlik mertebesine yükselen askerlerimize rahmet niyaz ediyor, bahtiyar ailelerine başsağlığı diliyorum.

#Şehit
#İdlib
#Rahmet
4 yıl önce
Şehid analarına ithaf edilen kitap
Kuklaları oynatan Derin Kuklacılar?
‘Susadım çeşmeye varmaz olaydım’
Türkiye’yi devşirme kurtarıcılardan kurtarma mücadelesi…
Ankara’da vekâletler çekişmesi
Kibirleri boyunlarını aşan muhterisler kim?