|
Tarihi çınar hikâyeleri

Geçen hafta İstanbul’da Gülhane Parkı’nın karşısında yer alan ve “Bağrına taş basan çınar” diye bilinen anıt ağaçtan bahsetmiştim. Bu pazarki yazıma da, Bursa’da bulunan ve Osmanlı tarihinde “Maaş bağlanan çınar” diye isimlendirilen tarihi çınar ile sohbetime başlamak istiyorum.

Yıldırım Bayezid Han, ilk erkek çocuğu dünyaya gelince çok seviniyor, mutluluğunu paylaşmak istiyor. “Bugün Bursa’da bir erkek çocuğu olan herkese ulufe verilecektir!” diye her tarafta ilan ettiriyor. Bunun üzerine Hisar mevkiinde bulunan sarayın kapısına seksen yaşında bir kadın gelip bağırmaya başlıyor: “Ulufemi isterim, çünkü benim de bir oğlum oldu!”

Saray mensupları yaşlı kadını başlarından savmaya çalışırken iş Yıldırım Bayezid’e aksediyor. Padişah, hemen gidin, çocuğu görün diye emir veriyor. Kadıncağız saray mensuplarını şehrin dışında, bahçeliklerin içinde küçük bir kulübeye götürüyor. Kapısının önündeki narin çınar fidanını göstererek şöyle diyor:

“İşte padişah efendimizin şehzadesinin dünyaya geldiği gün diktiğim fidan! Benim gibi bir ihtiyarın çocuğu da bu!”

Böyle ince ve zarif bir buluştan çok hoşlanan Yıldırım Bayezid Han, çınarın anasına da ulufe (maaş) bağlatıyor. Yaklaşık altı asırdan beri ayakta durmayı başaran bu ulu çınar Bursa’da halen varlığını koruyor, içine bir taksi sığan kocaman gövdesiyle ziyaretçileri kendine hayran bırakıyor.

Yine İstanbul’a dönecek olursak, bu Osmanlı başşehrinde öyle çınarlar var ki, bir takım tarihi hadiselere şahitlik ediyorlar. Bir zamanlar Ayasofya Camii ile Sultanahmed Camii arasında bulunan “Kanlı Çınar” işte bunlardan biriydi.

Yıl 1648. Sultan İbrahim’i tahtından indirmek için ayaklananlar, ilk önce sadrazam Ahmet Paşa’yı yakaladılar ve vezir Sofu Mehmet Paşa’nın Şehzadebaşı’ndaki konağına götürdüler. Sofu vezir, önce Paşa’ya iyi davrandı, istirahati için kendisine harem tarafında bir oda tahsis etti. Ama bir yandan da şeyhülislama haber göndererek katli için fetva aldı. Bu arada, hayatını kurtarmak şartıyla Ahmed Paşa’dan bütün malını, mülkünü istedi. Buna dünden razı olan Ahmet Paşa, bütün servetini bağışladıktan sonra odasından alındı, aşağı indirildi. Cellat Kara Ali, kendini boynuna kement atarak boğdu.

Beygire bağlanan Paşa’nın cesedini sürükleye sürükleye Sultanahmet Meydanı’na getirdiler ve meşhur çınarın altına bıraktılar. Asıl facia bundan sonra ortaya çıktı. Yeniçeri kıyafetine bürünen eşkıya kılıklı biri, “İnsan yağı mafsal ağrılarına iyi gelir!” diye etrafa haberler uçurdu. Zavallı sadrazamın cesedini parça parça edip beşer onar akçe karşılığında satmaya başladı. O gün cesedin geriye kalan parçaları alınarak gömüldü. İşte bundan sonra sadrazam Ahmet Paşa, “Hezârpâre”, yani “bin parça” diye anılmaya başlandı.

Kanlı çınarın şahit olduğu ikinci hadise ise şöyle:

Yıl 1655. Girit’ten dönen yeniçeriler paralarını alamadıkları için isyan çıkardılar. Sarayın önüne büyük bir kalabalık toplandı. Âsiler, idamını istedikleri şahısların listesini Dördüncü Mehmed’e ulaştırdılar. Padişah, Kızlar Ağasını, Kapı Ağasını, müsahibini derhal idam ettirdi. Cesetleri duvarın üstünden isyancıların ortasına attılar. Bunlara daha başka cesetler de eklediler. Gözü dünmüş âsiler bu cesetlerin başlarını keserek Sultanahmet Meydanı’ndaki ünlü çınarın dallarına astılar, günlerce teşhir ettiler. Bu feci manzarayı gören halk büyük bir dehşete kapıldı. İstanbullular dalları insan kafalarıyla dolu bu ağaca eski bir efsaneyi hatırlayarak “Şecere-i Vakvak”, yani “Vakvak Ağacı” adını verdiler.

Yıl 1826. İkinci Mahmud, yeniçerileri ortadan kaldırmak için harekete geçti. O zamanki adıyla “Atmeydanı”nda ele geçirilen yeniçeriler Sultanahmet Camii’nin mahfilinin altında bulunan meşhur çınarın altına sürüklendi. Ağacın dalları sanki meyve yerine insan vermişti. İzzet Molla, bu manzarayı şöyle tasvir etti:

Bir zaman ehl-i fitne Câmi-i Hân-ı Ahmed’de

Bî-günah asmış iken kullarını Hallâk’ın

Şimdi erbâb-ı şekânın dökülüp kelleleri

Meyve vaktine yetiştik Şecere-i Vakvak’ın

Şimdi de Paris’teki “Anadolu Çınarı”ndan söz edelim. Ünlü yazarlarımızdan Refi Cevad Ulunay gurbet hayatını anlatan yazılarından birinde şunları söylüyor:

“Senelerden beri Avrupa’nın ve dünyanın en güzel şehrinde Paris’teyim. Tabiat güzel, binalar güzel, yollar güzel, her şey güzel! Ama neye yarar? Bir İranlı şair hürriyet hasretini daha da genişleterek ‘Âsuman kafesinden çıkamadığından’ şikayet eder.

Giyindim. Hava da güzel. Acı bir tebessümle bayram gezmesi yapayım deyip sokağa çıktım. Yavaş yavaş Etuval Meydanı’na, oradan Bulonya ormanına giden ve iki tarafında asırlık ağaçlar bulunan geniş caddeye girdim. Burası Paris’in zarafet meşheridir. İlerledim. Ilık bir sabah güneşi ruhuma bir ciyâdet verdi. Altında oturduğum ağacın yapraklarından süzülen güneş kumlu yollarda nakışlar meydana getiriyor. Ağacın yaprakları tatlı bir rüzgârla hışıldıyor. Demek ki ağaç yerini sevmiş. Bu heybetli ağaç ne olabilirdi? Orada her ağacın üzerinde cinsini, türünü belirten etiketler vardır. Kalkıp, kalın gövdesine baktım. “Anadolu Çınarı!” Birden sarsıldım. Demek, bayram günü bilmeden bir hemşehrimin ziyaretine gitmiştim. Yapraklar artık hışırdamıyor, fısıldaşıyordu.

- Merhaba hemşehrim. Bayramın mübarek olsun.

- Merhaba, senin de bayramın mübarek olsun. Bundan sonrakileri inşallah memleketimizde kutlarsın!

- Allah duânı kabul etsin. Görüyorum ki, sıhhatin, âfiyetin yerinde. Gövden azametli, göklere yükselen dalların kuvvetli, yaprakların oya gibi..

- Evet, öyle. Çok şükür sıhhatim yerinde. Bize iyi bakıyorlar. Beni memleketten getirdikleri zaman çelimsiz bir fidandım. Bana öyle baktılar ki günden güne geliştim ve bugün buranın en azametli bir ağacı oldum. Zaten bizim mayamız kuvvetlidir, fakat bakım yoktur.

- Yalnız bakım mı yoktur?

- Evet balta da var, ateş de var. Burada bizim en ufak bir dalımıza bile dokunmazlar. Bunu yapan öyle ağır cezalara çarptırılır ki, kendini satsa cezayı ödeyemez.

- O halde mes’utsun! Hemşehrim birden cevap vermedi. Yaprakları titredi.

- Saadet yaratılışa göredir. Biz çınarlar, böyle lüks şehirlerin parklarında geleni geçeni seyretmekten bir şey anlamayız. Biz daima suyu akan yalaklı bir çeşmenin başında namazgâhı, gölgelemekten zevk alırız. Tarih boyunca seferlerde kervanlar, kır serdarları, sipahiler bizim altımızda dinlendiler. Kılıçlarını, yaylarını, tirkeşlerini bizim dallarımıza astılar. Şimdi onun hasretini çekiyorum. Hemşehrim, “Bu da geçer yâhu!” Sen, bir gün getir, vatanına kavuşursun. Ben öyle miyim? Yerimden kımıldayamam. Kuruyup devrilene kadar burada kalacağım. Sen de ümit denilen bir teselli var. Ben de o da yok. Onun için şükret ve ümidini kesme.

Bir kutlu çınar, uzandığım toprakta
Endâmını seyreder, akan ırmakta
Ârif Nihat Asya
#Gülhane Parkı
#Bursa
#Yıldırım Bayezid Han
#Ayasofya Camii
#Sultanahmed Camii
2 yıl önce
Tarihi çınar hikâyeleri
Neden Şimdi?
Tevhid risalesi yazan Milli Eğitim Bakanı
Bir Başka Mesele: Kadın ve erkeğin ince ayarları bozuldu
Omelas’ı bırakıp gitmeyenler..
Tek bir zamana/ tarihsizliğe hapsedilmeye başkaldıran adam: Kadir Mısıroğlu