|
Paris semalarını inleten Tekbir sesleri

İzmir depreminde masum yavrularımız mucizevi bir görüntüyle enkaz altından çıkarılırken bir ara yükselen tekbir sesleri gönülleri ferahlattı. Emin olunuz, bu “Allahü Ekber!” nidaları, muhakkak birilerini rahatsız eder diye içimden geçirdim. Nitekim öyle de oldu. Ertesi gün “En büyük Allah’tır” sözünden rahatsız olan bu iflah olmaz güruhun saçma sapan paylaşımlarıyla karşılaşınca, merhum Âkif’in “İman ki, ilahi o cevher ne büyüktür / İmansız olan paslı yürek sinede yüktür” diye haykırmasının ne kadar yerinde olduğunu bir kere daha tasdik ettim.

Böyle adamlara laf anlatmak, Ebu Cehil’e iman telkin etmek kabilinden olacağı için, bundan vaz geçip Tekbir’in dini, tarihi ve edebi özelliğinden ve güzelliğinden kısaca bahsetmek istiyorum.

Şurası muhakkak ki, “Lafzatullah” diye tesmiye edilen “Allah” kelimesi en mükemmel mânâsını, Kelamullah olan Kur’an-ı Kerim’de buldu. Müslümanlar, Tekbir’in, tek bir hakikat olduğunu Efendimiz’in nurlu sözlerinden öğrendi. Nasıl, güneş doğunca diğer bütün ışıkların hükmü sona eriyorsa “Allahü Ekber” diyen bir mü’minin de gönül dünyasında mâsivaya yer kalmaz, “Allah bes / Bâki heves” cümlesi, cümle hevesleri izale eder.

Tekbir dini hayatımızın en sağlam esaslarından kabul edildiği gibi, tarihi ve kültürel varlığımızın da en başta gelen unsurlarındandır. Mekke tekbirlerle fethedildiği gibi, İstanbul da “Allahü Ekber” nidalarıyla alındı. Yahya Kemal, “Son savletinle vur ki, açılsın bu surlar / Fecr-i hücum içindeki Tekbir aşkına” diyerek gerçeği dile getirdi.

Kulakları şenlendiren, gönülleri dinlendiren Tekbir sedaları, “Allahü Ekber” nidaları, İstanbul’un işgalden kurtulduğu yıllarda bir kere daha göklere yükseldi. Eski İstanbul dersiâmlarından M. Cemal Öğüt Hoca da aynı heyecanı duydu. Şöyle ki, kitabında anlattığına göre, mütareke sıkıntısı bütün felaketiyle devam ederken, Allah’ın inayetiyle, Anadolu’da bir araya gelen vatanperverlerin gayretiyle aziz vatanımız düşman işgalinden kurtarıldı. Refet Paşa, ordusuyla İstanbul’a geldi. Ve işgal kuvvetlerini Belde-i Tayyibe’den uzaklaştırdı. İstanbul halkı o kadar ferahladı ki, kahraman ordumuzu zafere kavuşturan Cenab-ı Hakk’a dua üstüne dua da bulundu. İnsanlar, Sultan Ahmed Camii’nde okunacak mevlide adeta hücum etti ve tarihi mabedin avlusu bile ağzına kadar doldu.

Öğle namazında minarelerin hepsinden “Esselatü Vesselamü Aleyke ya Resulallah” sadaları göklere yükseldi. Derken aynı minareler “Allahü

Ekber” nidalarıyla inledi. Bütün bu tekbir sesleri, zaten sevinç içinde olan halkın kalblerini galeyana getirdi. Kısacası, mutluluk gözyaşları sel olup aktı.

İstanbul halkı, bu vesileyle heyecan üstüne heyecan yaşadı. Merhum Galip Kemali Söylemezoğlu, “Başımıza Gelenler” adlı kitabında şöyle diyor: 23.5.1916’da Cuma günü Sultan Ahmed Parkı’nda en az iki yüz bin kişi toplanıp büyük bir miting yapıldı. O muhteşem caminin kapısının önüne, siyah kumaşla kaplı yüksek bir kürsü kuruldu. Altı minareden siyah örtüler sarkıtıldı. Üzerinde “İzmir Türk’tür, Türk kalacak!” yazılı siyah bayraklar bütün cemaati hüzne boğduğu gibi, direniş duygularını da harekete geçirdi. Bu arada yine siyah kenarlı rozetler halka dağıtıldı. Cuma namazı büyük bir cemaatle kılındıktan sonra tekbir sesleri, altı minarede birden yankılanmaya başladı. O koca meydan adeta bir matemgâha döndü. İki yüz bin Müslümanın kalplerinden kopup göklere yükselen bu ilahi sesler, sadece Türk halkını değil, bütün Müslümanları galeyana getirdi. Düşmana mukavemet fikri de işte böylece doğmuş oldu.

Hassas ruhları heyecana getiren, hüşyar gönülleri, manevi esintileriyle ferahlatan Tekbir, dini edebiyatımızın da en önemli, en can alıcı sembollerinden biri haline geldi. Osmanlı medeniyeti Bâkîleri, Fuzulileri, Sinanları yetiştirdiği gibi, Itrî’nin mûsıki dehasına da bütün dünyayı hayran bıraktı. Selimiye, Süleymaniye gibi muhteşem mabedler Buhurizade Mustafa Itri Efendi’nin Segâh makamında bestelediği Tekbir’in ilahi nağmeleri ile ayrı bir cazibe kazandı. Bayram namazlarında okunan teşrik tekbirleri, Cuma selaları ve eskiden Mukaddes Emanetler ziyaret edilirken kıraat edilen “Salat-ı Ümmiye”ler hep Itri tarafından bestelendi.

Büyük şairlerimiz de Tekbir’i öteden beri şiirlerine konu edindiler. Gerek divan edebiyatında, gerekse halk edebiyatında bunun örneklerine bol bol rastlıyoruz. Tasavvuf edebiyatı ise, zatan baştan sona, Tekbir’in ifade ettiği ulvi mânânın etrafında örülen bir kanaviçedir. Şair-i A’zam Abdülhak Hamid en güzel şiirlerinden birini Tekbir’e ayırırken Yahya Kemal de, “Emr-i bülendsin ey Ezân-ı Muhammedî” diyerek kelimelerle kulakların pasını sildi. Hatta Tevfik Fikret bile Tekbir’in cazibesine kapılmış, “Allahü Ekber, Allahü Ekber” diye başlayan şiirler yazmıştı.

Şimdi de, Tekbir’le ilgili can alıcı bir anekdota yer vermek istiyorum. Son vak’anüvislerden Abdurrahman Şeref Efendi’nin “Tarih Müsâhabeleri” isimli kitabında nakledildiğime göre, bir Ramazan Bayramı bazı Jön Türkler Paris’te bir araya gelirler ve bayramı kutlamak için yemek ziyafeti tertip ederler. Genç Osmanlılarla iş birliği halinde olan birtakım Fransız gençleri de bu ziyafete davet edilir. Yenilip içildikten sonra Fransızlar kendi milli marşlarını söylerler. Marş bitince bizimkilere, siz de kendi milli marşınızı söyleyin, teklifinde bulunurlar. Kısa bir sessizlikten sonra orada bulunan Mehmed Bey adında bir genç ayağa kalkar ve yüksek sesle Tekbir getirmeye başlar. Tekbir, Fransızların ricası üzerine birkaç kere tekrarlanır. O kadar ki, sofrada bulunan Azaryan Efendi bile koroya katılmak zorunda kalır. Paris semaları “Allahü Ekber” nağmeleriyle inler.

Ezânımdan alışıp Tekbir’e

Buldunuz mutluluk imanımla;

Vatan ettim sizi ey topraklar

Beş vakit damgalayıp alnımla.

Arif Nihat Asya

#İbadet
#Cami
#Paris
3 yıl önce
Paris semalarını inleten Tekbir sesleri
Bu başarı hepimizin
Bin Kayrevan’dan bir Kayrevan’a
Herkeste bir ‘ben’ var, bir de ‘gerçeklik’…
Yatırım grevi
Gölge oyunu...