Elbette bugün psikiyatride ve psikolojik bilimlerde, bazı testlerle ölçmeye çalıştığımız, insanın var kalma mücadelesini sürdürebilmesi için zorunlu olan algılama, basit değerlendirme ve durumun gereğini yapmaya yönelik bir beyin işlevi var. Buna “zekâ” diyoruz. Nasıl bazılarımız fiziki bakımdan diğerlerinden üstünse, zekâ açısından da kimimiz daha iyi kimimiz ise ciddi sorunlar yaşıyoruz; hatta bazı kardeşlerimiz bu işlevlerini kullanmakta öylesine yetersizler ki onlara “zihinsel engelli” diyor ve yardım etmeye çalışıyoruz. Ama insanı insana yapan, dilsel varlık olmanın şartlarına uygun olarak soyutlama, anlama, düşünme, projelendirme, yönetme kapasitesi, “zekâ” diye adlandırdığımız bu işlevle sınırlı değil. İradesiyle kendisini ve çevresini değiştirme, bir ahlak ve siyaset geliştirerek vicdan ve merhamet sahibi varlık olma, dil ve hayal gücüyle ufkunu genişletebilme, hayatı estetize edebilme yeteneğini haiz bu varlığı, yalnızca zekâ ile ifade etmeye çalışmak, her şeyden önce insana ve dahası Yaratıcısına haksızlık…
Bilişsel işlevlerinin zekâyla sınırlanamayacağını insanlar, her zaman biliyorlardı. Ulaşılabilen en eski düşünce metinlerinde bile “akıl” türlere bölünerek anlaşılmaya, ona uygun kavramlar geliştirilmeye çalışılıyordu. Farabi gibi İslam filozofları, biraz da Yunan'daki Yeni-Eflatunculuğun etkisiyle, âlemin yaratılışını, mümkün varlıkların zorunlu Varlık'tan nasıl sadır olduklarını ve kozmik düzenin oluşumunu (sudur nazariyesi) “akıl türleri” ile izah ediyorlardı. “Akıl”ı hiç değilse, “amaçsal” ve araçsal” olarak ikiye ayırma ve sadece kişisel ve hırs çıkarlara dönük olarak işleyen aklı eleştirme tavrı, düşünce tarihinde bugüne kadar hep sürdü.
İnsanın bilgi ve bilme etkinliğinin değerlendirilmesinde, yüzlerce yıldan beri, Aristoteles'in tasnifi kullanılıyor. Aristoteles'e göre teori, pratiğin bir antitezi, pratik teorinin bir uygulama alanı değil; theoria, praxis'in bir biçimi. Bugün doğa bilimleri ve matematik dediğimiz düşünce faaliyeti, Aristoteles'in tasnifinde, theoria'ın bir kolu olan episteme'nin içinde yer alırken akıl ve felsefe de teori ve pratik olarak iki türe ayrılır. Pratik akılı, techne ve phronesis meydana getirir. Bir sanatçının, becerili bir zanaatkârın, eserini ortaya çıkarırken kullandığı techne, bugünkü manasıyla tekniktir. Pratik veya moral bilgelik diye de adlandırılan phronesis'te bir insanın iyiliği elde etmek için somut durumda neye ihtiyaç duyduğunun belirlenmesi amaçlanır. Aristoteles'in tüm diğer erdemlerin ve ahlaki eylemin merkezine yerleştirdiği phronesis, tam da bugün “basiret” diye anlattığımız “pratik akıl” türüne karşılık geliyor.
Basiret, insanın neyin iyi neyin kötü olduğu hakkında düzgün karar verebilme ve buna uygun davranabilme niteliğidir. Ona “sağduyu”, “aklı başındalık” da diyebiliriz. Basiret için elbette zeminde bir zekâ olması icap eder ama erdem kazanmaya elverişli bir zekâ. Aristoteles'in saptadığı gibi basiret, tüm diğer erdemlerin koşuludur çünkü o olmadan hiçbiri ne yapacağını, nereye gideceğini bilemez. Basiret, seçilmesi gereken şey ile sakınılması gereken şeyi belirler; bizi hırsımızın, tutkularımızın esaretinden kurtarır. Ne ki basiret, saf temkinlilik değildir, öyle olmuş olsaydı korkaklık ve alçaklık olurdu. O diğer erdemlere bir kıvam katar. Yiğitlik olmadan basiret, bir ödlekliktir ama cesaret de basiret olmadan çılgınlıktan ibarettir.
Adil davranamıyorsak adaletin ne önemi olabilir. Yiğit kişi, cesaretiyle ne yapacağını bilemez ise neye yarar ki? Ve hatta insan hakikate uygun nasıl yaşayacağını bilmiyorsa hakikatin ne önemi vardır? Basiretli olmak hem erdem hem de mutluluk için lazımdır; basiretsiz bilgelik bile deliliğin bilgeliği olur çıkar… Bir adım daha atarsak, ahlak için bile basiretin şart olduğunu söyleyebiliriz. O bizi katı ahlakçılıktan da sakındırır.
Bu bilgiler, tarih boyunca insanlığın dağarcığında vardı. Basiretin önemi her zaman biliniyordu. İnsanları akıllarının enginliğine, hayat karşısında bilgi ve becerilerine göre değil de IQ'larına, eğitimlerine, diplomalarına, yetişme şartlarına göre etiketleyip çoğunluğu “orta zekâlı” diye hakir görme tavrı gösteren zavallılar, sadece modern zamanların artefaktı olarak zuhur ettiler. Bu zevat, basireti anlamadıkları gibi demokrasinin ruhunu da bir türlü kavrayamıyor, kendilerini toplumdan, halktan üstün görme anlayışları yüzünden her zaman vesayetçilerin, darbecilerin değirmenine buğday taşıyorlar. Halk düşmanlıklarının önüne geçmek için bir yolunu bulup mutlaka insanları zekâlarına göre ayırt etmemeleri gerektiğini, fitnenin temelinde bunun bulunduğunu anlatabilmeliyiz. Anlatmaya Kur'an'da akletmenin organı olarak, beyine değil, kalbe işaret edildiğinden başlayabiliriz. “Sen onları toplu sanırsın hâlbuki kalbleri dağınıktır; bu onların akletmez bir kavim olmalarındandır… Böyledir, çünkü onlar, düşünüp akletmeyen bir güruhtur” (Haşr/14) buyruğunu tartışabiliriz. “Cahiliye” dendi ama kast edilen İslam öncesi dönemdeki insanların zekâları, eğitimleri değildi diye söze girebiliriz.