Ayakkabılarını almak için eğildiğinde nasıl doğrulacağını düşünmeye başlayan, üç nefeste ancak başını kaldırabilen yaşlı adamın arkasında beklerken o kadar üzüldüm ki, anlatamam.
Yaşlı ve mutlu insanlara rastlamak zordur...
Huzur içinde yaşadığı hayatın hazzıyla, gitmeye hazırlandığı yerin umuduyla, dünyalık işlerini layıkıyla tamamlamanın rahatlığıyla gözleri ışıldayan, elleri ahenkle titreyen, keyifli yaşlılar da vardır elbet.
Fakat bu amca öyle değil…
Bu amca ne varsa tüketmiş gibi görünüyor, yaklaşmakta olan şeyin kendisi için acı bir sondan başka bir şey olmadığını biliyor.
Bu amca, işin nereye varacağını görüyor.
Yapayalnız, kimse yok etrafında…
Selamlaştığı, beraber yürüdüğü, tebessümleştiği birisi yok. Kocaman, koskocaman ıssız bir ovanın ortasında ayakta kurumuş, dalları dikene dönüşmüş kederli bir ağaç gibi duruyor.
Ama durmadan söyleniyor…
Elini kaldırırken söyleniyor, adımını atarken söyleniyor, paltosunu düzeltirken söyleniyor, hiç durmadan kendini, kendine şikâyet edip duruyor.
Başka çaresi yok…
Yaşlılık, hesapta olmayan karakış misali gelmiş, yüzünde açan şehvetli tomurcukları soldurmuş, narin yaprakları dökmüş, yürüyen viraneye çevirmiş adamı.
Kaskatı kesilmiş bu cüssenin üzerinden sanki birkaç asır gelmiş, geçmiş.
Mabedin kapısını örten kalın, yeşil brandanın alt tarafını bastonuyla aralamaya çalışırken, ben de üst taraftan tutup dışarıya doğru kaldırdım.
Bunu fark etmedi bile, branda elindeki bastonun kerâmetiyle açıldı zannetti.
Açılan brandanın kenarından mabedin içine doğru, dar, üçgen şeklinde bir ışık huzmesi doluverdi.
Ayakkabılarını almak için eğildiğinde yaşadığı çaresizlik aklına gelmiş olacak ki, tekrar ayakkabılarını yere bırakmak için bir daha eğilmeyi göze alamadı.
Fırlattı…
Ayakkabılardan biri ayağının dibine düştü, öteki ise diğer ayağını uzatacağı mesafenin bir hayli uzağına savruldu.
Eğildim…
Ayakkabılarını denkleştirdim, bir hamlede ikisini de giydi, beklediğimden daha kolay oldu giymesi.
Merdivenleri inerken arkasında durdum, epey durdum, ağır ağır indi, her basamağa iki ayağını koyarak indi.
Peşinden gittim…
Avluda birbirlerine çay ısmarlamayı teklif eden yaşlı adamların arasından yavaşça geçti, köşedeki çay ocağına dayandı, kapıyı araladı, ocağın önünde camın dibinde bir masaya oturdu.
Öylesine bakındı…
Masanın üstünde bilmem kaçıncı kez açılıp katlanmaktan pörsümüş gazetenin üstüne iki elini koydu, kendisine doğru çekti, amaçsızca göz gezdirmeye başladı.
Birkaç sayfa birden açtı, sonra tekrar başa döndü, bu sefer gazetenin arkasını çevirdi, tam sayfa banka reklamına baktı, gazetenin belini kırdı, katladı bıraktı.
Kaşlarına oturan küf, paltosunun omuzlarına dökülen kepek, kulağından dışarıya fırlayan bir tutam kıl ve kendine yetecek kadar bir asabiyet…
Çayımı içtim, kalktım…
Bindiğim dolmuş, Beylerbeyi sırtlarından aşağıya doğru İETT otobüsleriyle yarışırken Konstantinos Kavafis’in, “Yaşlı Bir Adam” şiirini hatırladım.
Şöyle diyordu ozan: