|
Mübarek ola ki, bayram ola!

Bazı şeyler çok söylendiği, klişeye bağlandığı ve galiba bir nebze samimiyetsizlik de ihtiva ettiği için artık üzerimizde pek bir tesir bırakmıyor. Halbuki o sözler özünde çoğu zaman doğru ve isabetli ifadelerden kurulu oluyor. Özellikle dinî meselelerle ilgili nasihat ve hatırlatmalar böyle... Ramazan ayı ile ilgili mahyalardan imsakiye spotlarına, gazetelerin bu günlere özel sayfalarından televizyon vtr"lerine, iftar nutuklarından reklam metinlerine kadar pek çok yerde tekrar edilen, edildikçe tesirinden bir şeyler kaybeden hazır cümleler var. Özünde çok kıymetli olmalarına karşın zamanla duyulmaz hale gelmiş, her yıl zamanı geldiğinde tozlu raflardan indirilen tekerlemelere dönüşmüş cümleler bunlar...

Sıkıntı kelimelerde, cümlelerde, ifadelerde değil elbette... Sıkıntı bizde... Kendimizi, kalbimizi, gönlümüzü her dem taze tutmaktaki acziyetimizde sıkıntı... Çok emek vermeden, aramadan, hakikatin çilesini çekmeden elde ettiğimiz bir inanç dünyamız var. Bu dünya ile ilgili hemen her şeyi çocuk yaşlarda çevremiz bize nesilden nesile devredilen bir miras olarak aktarıyor. O mirası alıyor, bir dolaba kaldırıyor, bir bavula kilitliyor ya da tavanarasında bir kuytuya saklıyoruz. Lüzumunda çıkarıyor, lüzum ettiği kadar kullanıp yeniden yerine kaldırıyoruz. Üstüne özellikle hissiyatımız bakımından yeni hiç bir şey eklemiyor, idraklerimizi tazelemek noktasında hemen hiç gayret göstermiyoruz.

Halbuki dünya her an yeni bir "oluş"ta... Yaşadığımız her an yepyeni bir âlem kılıyor dünyayı. Buna karşılık bizler geçmişteki çok uzak bir noktada, edinilmiş idrakimizi astığımız bir paslı çivide takılı kalmış durumdayız. Donuk, canlılığını yitirmiş bir şuur, öğrendiğini ezbere dönüştürmüş, tekrarlara tutunarak yaşamaya çalışan beyhude kişilikler... Bundan kaçmaya çalıştıkça her şey daha cilalı, daha törensel, daha laçka hale geliyor. Zengin gelenekler ister istemez aşırı cafcaflı gösterilere, kutlu esaslar abartılı törenselliklere, mütevazı gayeler heveskâr vasıtalara feda oluyor. Hiç yaşayamadığımız hissiyatların gürültücü papağanları olup çıkıyoruz.

Zülfiyâre dokunacak, derûna işleyecek, idraki tazeleyecek söz edilmiyor değil aslında. Ama ya bu gayretkeş girdapta dönüp durmaktan o sözlere erişemiyoruz ya da can kulağımızı ağır uykusundan kaldıracak bir samimiyetten nasibimiz yok. Dolayısıyla sayılı günler gelip geçiyor, iftar koşuşturmalarından, hazım problemlerinden, oruca bağladığımız asabiyet nöbetlerinden, artık ortaoyununa dönüşen imsak ve teravih itiş kakışlarından direkt bayram öncesi alışveriş panayırlarına geçiveriyoruz. Sonrası gelsin kulluğumuzu koyvereceğimiz öteki on bir koca ay!

Ramazan-ı Şerîf"i coşkuyla, heyecanla, sürur ile yaşamak, bir başkalıkla donatmak doğru... Ama bir tür sıkıştırılmış dindarlık gösterisine dönüştürerek içten içe sömürmek, güya bir açıkgözlükle on bir ayın ağır günah yükünü bu rahmet ırmağında arıtarak yeni günah kredisi kazanmayı düşünmek elbette yanlış...

Allah"ın (c.c.) rahmeti sonsuz, bir sınır getirmek ne haddimize... Ama kulların da sonsuz rahmet sahibine yönelişinde bir saygısı, bir samimiyeti, daha da öte bir aşkı ve muhabbeti olması gerekmez mi?

Bayram, kulların şükrünün Allah"ın (c.c.) lütfuyla buluştuğu yerde kurulur, mübarek ola...

11 yıl önce
Mübarek ola ki, bayram ola!
Üniversite idari personelinin özlük haklarına ilişkin sorunlar ve çözüm önerileri
Bir Başka Mesele: Sistemi psikiyatr ve psikologlar bozdu
Niçin Diyanet
Bi şey yapmalı!
Hayallerin ötesinde yaşanan bir zaman dilimi