|
Babalar da ağlar!

Sabir bey Milli Eğitim''de görevli emekliliğine az kalmış, ellisini devirmiş bir müfettişti. Dolaşmadığı şehir kalmamış, adeta oradan oraya sürülmüştü. En son da deniz seviyesinden birkaç metre aşağıda olan bu şehirde idi.

Emekli olduktan sonra alacağı parayla köyde babasından kalan birkaç dönümlük tarlanın başucuna tek katlı üç odalık bir ev kondurmayı düşlerdi hep. Hele çocuklar üniversiteye bir başlasın, hele bir bitirsin der dururdu. Kiraz, elma, incir ve ayva ağaçlarının süslediği tarlanın başında az da olsa devamlı akan oluklu bir çeşmeyi anlatırdı. Yazları üç-dört ay kadar gider orada dinlenirdi. Son yıllarda çeşmenin önüne yaptığı havuzla ektiği domates, biber, patlıcan gibi sebzeleri sulardı. Ağaçların dibini kazar, gübre taşır, uzamış dallarını budardı. Bundan tarifi imkânsız büyük bir haz alırdı. Hayat, derdi, budur işte, kocaman ömrümüzü şehrin hayhuyları arasında boşuboşuna harcayıp duruyoruz.

Enkaz haline gelmiş beş katlı binanın önünde dört gün bekledi Sabir bey. Belki bir umut ışığı doğar da, biri 15 diğeri 13 yaşındaki yavrusunu enkazın altından çıkarırım diye. Beton duvarlar, kalın kalın hatıllar yol vermiyordu çocukların odasına. Çıt çıkmıyordu. Sesleniyor, çağırıyor, bağırıyor, bir türlü karşılığını alamıyordu. Karanlık bir dehlizden girip ilerlemek istedi, olmadı. Önüne ses geçirmez sağır bir kiriş çıkıyordu. Elini uzatmak istiyor, parmaklarını sokmak istiyor, yok. Çaresiz geri dönüp yol kenarındaki enkaz haline gelmiş binanın önünde bir sandalyede saatler boyunca oturuyordu. Elinden gelen her şeyi yapmak isteyip de yapamamanın çaresizliği içinde ve boynu bükük bir halde. Acziyetin bu kadarını hiç yaşamamıştı.

Ses gelmeyince umudunu tamamen yitirmişe benziyordu. Fakat Allah''tan umut kesilmezdi. Ha geldi, ha gelecek diye saatler boyu bekledi, bir umut ışığı gözledi durdu. Bir daha gelsin istemediği o geceki, o andaki çığlıktan başka çocuklarının sesini hiç duymadı. Ama onların doğumundan beri cıvıltıları, oynaşmaları, kulağından hiç gitmedi. Beklenen yetkililerden üç gün boyunca gelen de olmadı. Üçüncü gün beş kişiden oluşan bir Alman heyeti geldi. İçeri saldıkları köpek havlayınca Sabir beye çocuklarının sağ olduğunu söylediler. Yüzünde birden iğreti bir gülümseme peyda oldu. Onlara Türkün misafirperverliğinden bahsetti, yazın aileleriyle birlikte Türkiye''ye beklediğini söyledi. Denize düşmüştü ve yılana sarılıyordu. Ancak bu umut ışığı uzun sürmedi, Almanlar bir ambülansa doluşarak başka bir enkaza gittiler.

Okullar kapandıktan sonra kendi elleriyle boyamıştı duvarları camgöbeği saten boya ile. Çalışma masasının karşısındaki duvara, yıllardır evden eve taşıyıp kırılmamasına özen gösterdiği çerçeveli "Hiç" yazısını asmıştı. Herşeyin bir ''hiç'' olduğunu düşündü. Yıllardır gözünün önünden ayırmadığı ''Hiç''in kendisini bu kadar sarsacağını, anlamının gelip boğazında bu kadar düğümleneceğini hiç düşünmemişti.

Komşularının, arkadaşlarının tesellileri oturduğu sandalyede ninni gibi geliyordu Sabir beye. Bir vesileyle Ankara''da babasının evinde bulunan hanımına çocuklarının hafif yaralı hastanede yattığını söylemişler.

Ortalıkta bunaltıcı sıcak bir hava vardı. Oturduğu yer biraz güneş altında kalmıştı. Kendine gelir gibi oldu. Gözlerini açar açmaz oğlunun sınıf arkadaşlarının yanıbaşında dikeldiklerini, bir başsağlığı için, geçmiş olsun demek için fırsat kolladıklarını gördü.

O anda evladını yitirmiş bir babanın nasıl hüngür hüngür ağladığını görmeliydiniz. Sadece analar ağlamaz, demek ki babalar da ağlarmış.

25 yıl önce
Babalar da ağlar!
Ukbe b. Nâfi’nin cehdi
İğne ve çuvaldız…
İhracatta Türkiye
Hizmet sektöründeki enflasyon işleri zorlaştırıyor!
Tarihin sonu ve ABD üniversiteleri