|
MİT Müsteşarı ne demek istiyor?

MİT Müsteşarı Emre Taner''in, teşkilatın 80. yılı dolayısıyla yaptığı değerlendirme, Türkiye''nin bölgesel pozisyonunu yeniden tanımlaması kapsamında belki de şu ana kadar okuduğum en gerçekçi ve bir o kadar da üzüntü verici açıklama oldu. Üzülmemin sebebi, böylesi değerlendirmelerin ve buna bağlı gerçekçi bir bölge ve dünya tasavvurunun çok önceden yapılamamasıdır. Bu yönüyle, şimdi tartıştıklarımızı Soğuk Savaş''ın hemen sonrasında, 1990''lardan itibaren tartışmamız gerekiyordu. Maalesef bu yapılamadı. Neden yapılamadı?

Sebebi Türkiye''nin, Soğuk Savaş''ın galiplerinin safında bulunması oldu. Transatlantik İttfakı''nın zafer sarhoşluğu içinde yeni bir dünya kurduğunu, şekillendirdiğini düşünen Türkiye, 21. yüzyıla geçiş için hiçbir çaba sarfetmedi. Nasıl olsa galipler safındaydı ve nasıl olsa o galipler yeni bir dünya kuruyordu. Hiç zahmete girmeden o safta bulunmanın nimetlerinden faydalanacaktı. Bu çarpık düşünceyle, son on beş yıldır, hem bölgesel hem de küresel vizyonunu tamamen ABD/İngiliz/İsrail eksenine havale etti. Ortadoğu, Orta Asya, Kafkaslar ve Balkan politikalarını bu güçlere endeksledi. Sovyet sonrası Orta Asya''ya ABD ve müttefiklerini taşırken birkaç şirketin yatırımı dışında kendisi bu ülkelerde tutunamadı. Güney Kafkaslar politikası, Hazar politikası, Karadeniz politikası, bugün hâlâ aynı güçlerin kontrolünde.

Soğuk Savaş bittiğinde küresel ve bölgesel güçler pozisyonlarını yeniden tanımladı. Güvenlik stratejilerini yeniden belirledi. Türkiye ise, kendini bu güçlerin güvenlik konseptlerine hapsetti. Ne yazık ki, 1990''da hatta daha önce görmesi gerektiği gerçekleri ancak Irak işgal edildikten sonra fark edebildi. Şimdi büyük bir şok yaşıyor. 1996''da İsrail ve ABD ile birlikte bugün kurulan yeni Ortadoğu için gücünü seferber eden Türkiye, birkaç yıl sonra aslında kendi ayaklarının altını boşalttığını, kendini hedef aldığını, kendini Anadolu topraklarına hapsettiğini, üstelik bu toprakların bile güvenliğinin kalmadığını anladı. Ama çok geç anladı. On yıl önce bütün komşuları düşman olan Türkiye, şimdi sorunların kaynağının kendi dostları olduğunu, güvenlik tehditlerinin kendi müttefiklerinden geldiğini görmenin şaşkınlığı içinde bocalıyor.

“Dünyadaki tüm değerlerin, ilişkilerin, sistemlerin ve düzenlerin, ister sosyal-ekonomik-siyasi, ister ahlaki-dini olsun yeniden şekillendiği ve hatta tanımlandığı bir süreç içinde bulunmaktayız” diyor Taner. Evet doğru ama bu süreç 15 yıl önce başladı ve biz bu zamanı dönüşümün mimarlarına taşeronluk yapmakla geçirdik. Değişime hazırlıksız yakalanmakla kalmadık hala hazırlıksız bir şekilde bu ülkeyi oradan oraya savurup duruyoruz. Suç sadece bu yeniden kuruluş dönemini “statükocu yaklaşıma koyu bir muhafazakarlıkla” algılayanların değil. Statükoculuğa karşı çıkanların da, Türkiye''yi merkeze alacakken, Türkiye için geniş ufuklar belirleyecekken, bu ülkenin geleceğini belli güçlerin yeni dünya tasavvurlarının inisiyatifine terk etmeleridir aynı zamanda. Soğuk Savaş döneminin statükocu, refleksif, içe kapanmacı, korumacı ve ürkek Türkiye''sini yaşatmaya çalışanların vizyonsuzluğu ortada iken, dünyadaki yeniden yapılanmayı Türkiye adına yönetenlerin de aynı şekilde savurmacı, reaksiyoner, ufuksuz olduklarına işaret etmek zorundayız.

Yeni Türkiye''yi temsil edenlerin, değişimi, orta ölçekli bir şirket yönetiminden farklı algılayamadıkları bu süreçte, ağızlarından düşürmedikleri birkaç kavramdan başka ne anladıklarını sorgulayalım. Orta Asya''da ne yapabildik? Ortadoğu''da ne yapabildik? Karadeniz/Hazar''da ne yapabildik? Güvenlik stratejilerini kimler belirledi? Küresel düzeyde büyük kapışma yaşanırken, içinde bulunduğumuz bölge paramparça olurken, enerji savaşları için ülkeler yok edilirken, biz bu ülkenin insanları şu ana kadar kendimize ait bir söz söyleyebildik mi?

Daha dün yaşadığımız ekonomik krizlerin arkasında kimler vardı? Yanı başımızdaki etnik ve mezhep savaşlarının arkasında kimler var? 2007 yılında Türkiye sınırlarını zorlayacak krizlerin arkasında kimler var? Son birkaç yıl içinde, Ortadoğu''da atabildiğimiz birkaç önemli adımın dışında, 15 yıldır bütün bu krizleri besleyenlerle aynı cephede değil miyiz? Orta Afrika''dan Orta Asya''ya yayılan kriz kuşağındaki çatışmaların daha ilk dönemini yaşıyoruz. Büyük krizler yaşanacak. Hal böyle iken, en basit PKK sorununda bile müttefiklerimize bir adım attıramazken, nasıl oluyor da, bu ülkenin bütün geleceğini, kaderini hâlâ o müttefiklerin inisiyatifine terk etmeye, yarın bizleri saracak ateşi başımız önümüzde beklemeye devam edebiliyoruz? Tarih bize ne öğretti? Çok geriye gitmeyelim: Birinci Dünya Savaşı bize ne öğretti? Ondan sonra kurulan bölgesel düzen bize ne öğretti?

Bu uyarılar çok önemli. Geç ama anlamlı. Türkiye, 90''larda yapamadığını şimdi yapabilmeli. Bütün geleceğini birkaç ülkenin bölgesel politikalarına endekslememeli. Galiplerin safında yer almış olmak bugünün dünyasında yeterli değil. Dünya tehlikeli şekilde bölünüyor, kutuplaşıyor. Bölgenin en güçlü ülkesi olan Türkiye için bir Ürdün vizyonu, bir Yemen vizyonu ölümcül sonuçlar doğuracaktır. Kendi siyasal kültürümüzü başkalarının dış politikalarına hasretme zamanı değil. Türkiye bugün Ortadoğu''daki her hareketi yönlendirebilen bir ülke olabilirdi. Olmalı da. Çünkü buna gücü yeter. Yapılacak tek şey, zihinlerimizdeki korkuyu atmak, kendimize, coğrafyamıza ve küresel düzeyde yaşanan büyük kapışmaya kendi gözlerimizle bakabilmeyi öğrenmektir.

17 yıl önce
MİT Müsteşarı ne demek istiyor?
Bu başarı hepimizin
Bin Kayrevan’dan bir Kayrevan’a
Herkeste bir ‘ben’ var, bir de ‘gerçeklik’…
Yatırım grevi
Gölge oyunu...