|
"Şans eseri" hayat, talihin elinde oyuncak olur

Kayda değer her hikaye, tesadüf ile başlar; ama tesadüfen bitemez. Tesadüf ile başlayan bir hikayeyi bitirebilmek için, tesadüften fazlasına ihtiyaç vardır. "Şans eseri" olarak çok iyi başlayan birçok romanın ve filmin, nihayetinde hayal kırıklığına neden olması, iyi bir eser olamaması bundandır.

Adına ister film, ister roman deyin, hikayenin kaderi (formu) hep aynıdır: İrademizin dışında gelişen, yani gayri-iradi bir olay hayatımızı ‹şekillendirir.› Tesadüfen şahit olduğumuz bir olay bütün hayatımızı değiştirir.

Her güzel şey bir yolculuktur, insanı alır götürür. Kötülük de... Dalar dalar "gideriz". Başımıza gelenlerden sonra geriye dönmek, eski hayatımızı sürdürmek mümkün değildir. Bu, "son"unu hiç kimsenin bilmediği yeni bir yolculuktur.

Yolculuk bir tesadüfle başlar: Kahramanımız markette biriyle çarpıştığında... Ya her sabah bindiği otobüsü kaçırdığında, ya da bir çocuk caddeye kaçan topun peşinden koştuğunda... "Şans eseri" yeni bir hikaye başlar; ama hikayemizi zenginleştirmek ve bitirmek için bir ustalığa ihtiyacımız vardır.

Hikayelerin başlangıcındaki tesadüfleri bir kenara bırakırsak... Kurgu olmasına rağmen, sinemada bile tesadüfleri inandırıcı bulmayan ve ikna olmayan insan, ne ilginçtir ki dışarıda hayati sorulara "tesadüf" diye cevap verenlere inanıyor, ikna oluyor!

"Yok artık! Bu kadarına da pes..." tepkisine neden olan ve bizi pes ettiren tesadüfler, sadece filmlerde de değil üstelik, insanoğlunun kurguladığı her şeyde karşımıza çıkıyorlar. Köşe yazılarında, kitaplarda, konuşmalarda...

Sadece aşk değil siyaset de tesadüfleri sever. Alakasız örnekler verilerek, Türkiye Yugoslavya ile kıyaslanır, onun gibi parçalanmaması için uyarılar yapılır, ama bir Allah"ın kulu da çıkıp "Yok artık! Bu kadarına da pes..." demez, diyemez. Bilgi eseri olmadığı için.

O ki onlar tesadüflerden medet umarak mugalata yapmaktan, zayıf ama popüler hikayeler anlatmaktan pes etmiyorlar, biz de işin aslını anlatmaktan pes etmeyelim.

Türkiye ile Yugoslavya"yı kıyaslayabilen bir insanın, "şans eseri" olarak yaşadığını, ne dediğini bilmeden günleri akşam ettiğini itiraf etmek zorundayız. Ne söylerlerse söylesinler, ne yaparlarsa yapsınlar hep haklı olan ve başkalarından özür bekleyen bu insanlar için yaşamak bir şans ise, onlara muhatap olmak bizler için talihsizliktir.

Irkçılığın panzehiri sandıkları ve yıkılmasına çok üzüldükleri Yugo-Slavya"nın bizatihi kendisi ırkçı bir devletti. Yugoslavya hakkında romantik cümleler kuranlar, önce ülkenin adını merak ederek işe başlayabilirler. Güney-Slav Ülkesi anlamına gelen Yugoslavya, «şans eseri» kurulmuş, suni bir ülkeydi ve şansı uzun süre kendisine yaverlik etmedi.

Yugoslavya, bir yandan faşizme karşı güzel sloganlar atarken, diğer yandan faşizmin en güzel örneklerini kendi vatandaşlarına karşı sergiliyordu. SSCB kötü polis ise, Yugoslavya filmin iyi polisiydi. Yugoslavya, sınırları içinde yaşayan insanların Slav olmak dışında kimliklerini oluşturan her şeyi aşağıladı, bastırdı, yok saydı, yasakladı. Buna faşizm denmez de ne denir Abidin?

Savaş denen cehennemi yaşayan her halk, savaştan önceki günleri cennet zanneder. Iraklıların Saddam"ın gerçekte kim olduğunu unutması, yeniden özlemeye başlaması gibi... Yugoslavya romantiklerine basit bir soru sorarak, bilgi eseri değil "şans eseri" olan hayatlarını gösterelim: Eğer Yugoslavya, zannettiğiniz ve iddia ettiğiniz gibi, dini ayrımcılığın olmadığı, insanlığı din sömürüsünden kurtarmayı başarmış bir devlet idiyse, neden ülke parçalanınca büyük ordusunun Sırpların/Ortodoksların elinde olduğu ortaya çıktı? Sırp katliamlarında Yugoslavya"nın payını hesaba katan birilerini neden göremiyoruz?

Eğer Yugoslavya ordusu Sırpların hakimiyetinde olmasaydı, zannettiğiniz gibi herkese eşit davranılsaydı, bundan Boşnaklar ve Arnavutlar da payını almış olurdu; oysa bir tek onlar silahsızdı ve yıllarca ordunun komuta kademesinde ilerlemeleri engellenmişti. Bu ayrımcılığın neticesinde, Sırplar her zaman hakimiyetlerinde olan Yugoslavya ordusundan cesaret alarak, büyük hayallere kapıldılar ve büyük katliamlara giriştiler.

Bosna"daki savaşa "etnik savaş" diyecek kadar da Yugoslavya uzmanıdırlar. Etnik savaş olabilmesi için, iki ayrı etnik kimlik olması gerekir. Bosna"da iki taraf da Slav"dı Abidin... Ortodoks Slavlar (Sırplar) müslüman Slavların (Boşnakların) topraklarını işgal etmişti.

Tito, tarihin en büyük makyaj sanatçılarından biriydi; bugün Yugoslavya hakkında konuşanlar, onun sahnedeki makyajlı halini anlatıyorlar, gerçek yüzünü değil.

"Buradan" bakınca bunlar görülmüyor olabilir, "balkan yolcusu" olmak lazım. Füruzan "Balkan Yolcusu" adlı kitabında Balkanları gezer, inceler. İbretlik bir kitaptır... Osmanlı yadigarı saat kulesinin tepesine, faşistlerin sonradan taktığı çanı tuhaf bulur; ama "resim galerisi"ne çevrilmiş camilerde sergi gezmekten rahatsız olmaz. Aksine, muhataplarının "nazik faşizm" gerekçesini de alıntılamakla yetinir, ne orada ne de kitabında bu faşizmi eleştirmez:

"Bir camii resim galerisi yapmışlar, geziyoruz. Galerinin bekçisi bize nezaketle Makedonca bilgiler veriyor: —İki yüzyıl önce Osmanlılardan iki kardeş yaptırmış bunu. Burada camilere tarihi olduğu için değer veririz, çünkü sanat eseridir bunlar efendim."

Klişe sadece Hollywood filmlerine mahsus bir şey değil, sanatçılar da basmakalıp konuşurlar. İnanmıyorsan, "sanat filmleri"nin tanıtım yazılarına bak.

Irkçılığı adıyla başlayan Yugo-slavya"dan "ütopya", "basmakalıp"tan sanat nasıl yapılır, göreceksin...

11 yıl önce
"Şans eseri" hayat, talihin elinde oyuncak olur
Kamu tasarrufu
BİT’lere kadrolu işçi alımında acilen tedbir alınması gerekiyor
Tarih bizi çağırıyor ama biz birbirimizle boğuşuyoruz!
İYİ Parti kongresinin kazananı kim
Şule öğretmen ve yeni maarif modeli