|
Hangi akla "hizmet"

Sağduyulu insan, sağcı olamaz. Çünkü sağ-duyu, sağcılıkla ilgili bir kavram değildir.

Bu yüzdendir ki, sağduyuya karşılık olarak "sol-duyu"yu icat edenlerle vakit kaybetmeyelim, tebessüm edip geçelim. Onlar, kalemi kuvvetli fikirleri zayıf, anlamadığı soruya "edebiyat yaparak" cevap verdiğini zanneden, zeki ama başarısız öğrencileri hatırlatırlar.

Kadim zamanlardan bugüne kadar ulaşabilmiş en güzel hatıralardan biri de, her zaman insanın sağduyulu olması tavsiyesidir. Bu hatıranın anlamını hatırlayacak olursak, kıymeti daha iyi anlaşılır.

Sağduyulu olmaktan maksat, insanın duyu organlarının hem sağ hem salim (sağlam) olması halinde, kör ve sağır gibi davranamayacağıdır. Sağduyulu insan, gerçekleri görmezlikten ve duymazlıktan gelemez, bütün gerçekleri hesaba katmak için sakin ve titiz davranır.

Sağduyulu olup olmadığınızı anlamak için, işte size bir fırsat. Gerçekte kimin geride kaldığını anlamak için, Osmanlı medreselerinde baş tacı edilen bir kitaptan alıntı yapalım ve bu bilgiler ışığında, yazının sonlarına doğru aktüel gündeme dönelim.

Kitabın adına aldanıp ilk soruda elenmeyeceğinizi umuyorum. Eserin adı: "İslam Akidesi". "İnanç"la ilgili gibi görünen bu eser, aslında bir bilgi felsefesi kitabıdır, desek itiraz gelmez sanırım. Çünkü eserin sahibi Taftazani, insanın neyi nasıl bilebileceğini, sağduyulu bir ilim adamı olarak tane tane anlatıyor. Emek harcayarak, ter dökerek kazanılan bilgiye "iktisabi bilgi" diyor. Kesbedilmiş; yani yetenek ve alın teriyle elde edilmiş, kazanılmış bilgi.

Bunun için gerekli üç şartı da şöyle açıklıyor: "a) Salim, b) Haber-ı sadık ve c) İstidlali/nazari akıl."

İlk şıktaki "salim"i, akliselim tamlamasından hatırlayacaksınız. Sağduyulu; yani duyu organları sağ-salim demek...

İkinci şıktaki "haber-i sadık": "Doğru(lanmış) haber" demek.

Üçüncü şıktaki "istidlali/nazari akıl": Sebep-sonuç dairesinde, mukayese eden (rasyonel düşünen), daldan dala atlamayan, parçadan bütüne "nazar" etmeye (bakmaya) çalışan akıl demek...

Şimdi küçük bir mola verip şu soruyu düşünelim: Bir İslam klasiğinde, gazeteciliğin altın kurallarından "doğru(lanmış) haber" ne arıyor?

Bu sorunun cevabını en iyi bir hadis alimi verebilirdi, ama onların kapısını çalan pek kimse yok. Bir hadis aliminin hikayesi yazılacak olsaydı, ortaya felsefi-polisiye roman çıkardı.

Bir hadis alimi de ilim denen yolun başında, dedektif gibi çalışmıştır. İlk müslümanların aktardıklarına gözü kapalı inanmamıştır! İman edebilmek, bildiklerinden emin olabilmek için, şüphe etmiş, her gerçeği hesaba katmış, işin içinden çıkabilmek için usul/yöntem ile çalışmıştır. Fakat bunu ne dindarlara ne de laiklere anlatabiliriz. Anlamıyorlar...

Birçok akademisyenin daha fikir ile teori arasındaki farkı anlamadan profesör olabildiği bir ülkede, alnı secdede nazariyatçı/felsefeci dedelerimizin "nazar manzarayı değiştirir" sözünü anlamalarını bekliyoruz hala. Meseleyi biraz anlamış olsalardı, "İslam akıl dinidir" veya "Din bilime karşıdır" gibi popüler kültür münazaralarından sıkılır, biraz düşünürlerdi: Yolun başında bir şeyi kaçırmış olabilir miyiz?

Mal bulmuş mağribi gibi, son yıllarda hep aynı şeyi söylüyorlar: "Hayatta her şey siyah-beyaz değil, gri tonlar da var." Grinin elli tonunu nihayet keşfettiler...

İnsanın gülmek ile ağlamak arasında kaldığı zamanlar vardır. Güneş batarken günaydın denilen zamanlar. Modern zamanlar böyle özetlenebilir. Siyah-beyaza bu topraklarda helal-haram denirdi. Günümüzde daha çok sol-sağ diyorlar.

Siyahla beyaz arasındaki gri tonları kimileri daha yeni keşfetse de, yüzyıllar önce, nazari/istidlali akılla düşünen feylesof dedelerimiz bu ara tonları kavramsallaştırmıştı zaten. Siyaha yakın griye "tahrimen mekruh", beyaza yakın griye "tenzihen mekruh" diyorlardı.

Bu inceliklerin farkedilemediği günümüzde, insanların çoğu demagojiyle malul (sağ ama salim olmayan) akıllarına hizmet ediyor, tutarsızlıklarını başarılarıyla örtbas etmeye çalışıyorlar.

Bir zamanlar, konu ne olursa olsun, her şeyden önce usul/yöntem öğrenilen bir coğrafyada, artık usul/yöntem kimseyi ilgilendirmiyor. Meydanı mübalağalı yorumlar işgal ediyor.

Devlet adlı organa musallat olan yolsuzluk hastalığını iyileştirmek amacıyla ameliyat yaptığını iddia edenler, bedenin bütününü hesaba katmıyor. Ameliyatın başarısı konuşulurken, hastanın komaya girdiği önemsenmiyor.

Bir yolsuzluk operasyonu, çok daha büyük, uluslararası bir yolsuzluğa neden oluyorsa, bu da yol"suzluktur.

"Ameliyat çok iyi geçti, ama hasta öldü!" cümlesini duymak istemiyorsak, bütün yol"suzluklarla mücadele edebilmek istiyorsak, bu konuda gerçekten samimiysek, usul/yöntem öğrenmek, akıl-baliğ herkese farzdır.

Bir taraf rüşvete danışmanlık ücreti derken ve buna inanırken, diğer taraf bağış makbuzu yerine abone makbuzu kesiyor ve buna inanıyor. İnsan istediği her şeye inanabilir, ama her şeye iman edemez, emin olamaz.

Şeffaf olmayan bir yapı, sadece şeffaflık istediklerini iddia edebiliyor. Eğer gerçekten şeffaflık istiyor olsalardı, abone makbuzu değil, bağış makbuzu kesmeleri gerekmez miydi?

İşte o zaman görülür, "siyasetin finansmanı" ile bir medya grubunun finansmanının aynı yolla temin edildiği...

Kim bilir, belki devam ederiz...

10 yıl önce
Hangi akla "hizmet"
Safları belirleme zamanı
Bir bu eksikti...
Bu başarı hepimizin
Bin Kayrevan’dan bir Kayrevan’a
Herkeste bir ‘ben’ var, bir de ‘gerçeklik’…