|
Nasıl olsun?
Benim için çocukluğumda tıraş olmanın tek bir yolu vardı. Ankara Eski Garajlar'daki yazıhanemizin bitişik kapı komşusu berber Hoca Dayı'ya gidip 'tıraşım gelmiş' derdim.

Dikkat isterim: 'Tıraşım geldi' değil, 'tıraşım gelmiş.' Çünkü ne zaman tıraş olacağıma ben karar veremezdim. Babam 'tıraşın gelmiş' derdi ve ben usul usul hoca dayının koltuğuna otururdum. Eğer tıraş olmama büyükbabam karar verirse o daha net konuşurdu: 'Hoca Dayı'ya uğra, seni bir kırksın.'

Doğrusu, Hoca Dayı'nın saçlarıma yaptığına tıraş etmekten çok kırkmak denirdi.

Olaylar şöyle gelişirdi. Ben Hoca Dayı'nın ağır şekilde ucuz kolonya ve tıraş kremi kokan dükkânına girer 'tıraşım gelmiş Hoca Dayı' derdim. O da beni koltuğa oturtur, adına 'alaburus' denilen o iğrenç tıraştan yapardı. Hoca Dayı'nın tıraş boyunca konuştuğu tek bir mevzu vardı: 'Okuyup adam olman lazım. Bak bana, bak babana, akşama kadar milletin ağzının kokusunu çekiyoruz. Oku sen. Sakın haytalık etme. Okuyup adam ol ki herkes önünde ceketini iliklesin.'

Zaten tıraşım toplamda 8 dakika falan sürerdi. Hoca Dayı eline mekanik tıraş makinesini alır, 'kırk kırk kırk' sesleri arasında saçımın her yanını eşit uzunlukta kısaltır, bütün yara izlerimin kabak gibi ortaya çıkmasını sağlar, en son da o ucuz kolonyadan başıma bolca boca eder, 'hadi sıhhatler olsun' deyip postalardı beni yazıhanemize.

Babamın, saçlarımın tıraşlı halini görünce verdiği tepki standarttı: 'Hah. Adama benzemişsin.' Oysa adama benzemiyordum hiç, çocuktum ben.


14 yaşındaydım. Ramazan Bayramı arifesi idi. Babam, nedense o bayram o şehir senin bu şehir benim yolcu taşımıyordu. Ben de o gün yazıhaneydim. Babam bir ara bana baktı. 'Tıraşın gelmiş, hoca dayıya git' dedi. Ben tam kalkıp giderken Zeytin Abim 'dur, seni ben tıraş ettireceğim; artık büyüdün oğlum, Hoca Dayı'yla olmaz' deyiverdi.

Abimin dönemin Ankara modasına acayip uygun, geriye doğru taralı, alnın tamamını açıkta bırakan bir saç modeli vardı. Benim açımdan bir çeşit rüya yani.

Akşamı zor ettim. İftar sonrası 1987 model Doğan'ımıza binip Yenimahalle'deki İkizler Kuaför'e gittik abimle. 'Kuaför' demem sizi yanıltmasın. Aslında bir mahalle berberi idi mekân, lakin dönemin şartları içerisinde hem cancanlı dekoru hem de sehpadaki spor gazetelerinin yanında bulunan birkaç saç modeli kataloğu sayesinde 'kuaför' idi işte.

Sıra bana geldi. İkizlerden büyük olanı beni davet etti. Bana Hoca Dayı'nın 1970'lerde alınmış emektarlarının yanında uçak koltuğu gibi gelen koltuğa oturdum. Örtü takıldı. Önümdeki musluk açıldı. Sıcaklığı kontrol edildi. 'Eğ bakayım başını' dendi. Eğdim. Saçlarım yıkanıyordu. 14 yaşındaydım ve ilk kez bir berber koltuğunda saçlarım yıkanıyordu.

Yıkama faslı bitti. Doğruldum. Aynadaki yüzüme baktım. Sonra o acayip soru geldi berberden: 'Nasıl olsun?'

Afalladım. Ne demek nasıl olsun? Ben ne bileyim nasıl olacağını? 14 yaşına kadar tıraş konusunda hiçbir vakit kendisine 'birey muamelesi' yapılmamış bir çocuğum ben. Şimdi ciddi ciddi karşıma geçip 'nasıl olsun' diye sorarsanız ben size ne cevap vereyim?

Sustum. Sonra, soruya cevap vermem gerektiğini düşündüm. 'İyi olsun' dedim. 'Oğlum zaten iyi olur, sen nasıl olacağını söyle' dedi tekrar. Berberin yüzündeki gülümseme beni biraz olsun rahatlattı. 'Normal olsun' dedim bu sefer. Sonra ekledim: 'Abiminki gibi olsun.'

Bu aşamadan sonrası benim açımdan bir 'şaşkınlıklar galerisi' olarak gelişti. Makasla kesmeye başladı saçımı berber. Sonra elektrikli tıraş makinesi girdi devreye. Ardından saçım tekrar yıkandı. Ardından fön makinesi yardımıyla saçıma şekil verildi. Bolca jöle sürülüp sabitlendi.

Aynaya bakıyordum. Aynadaki bir daha asla çocuk olmayacak delikanlıya. Saçlarıma hayran kalmıştım. Bir yandan da artık hayatımdaki herhangi bir şeyin asla bir daha eskisi gibi olmayacağını anlamıştım. Bir berber koltuğunda 'büyümenin' bütün anlamları hücum etmişti zihnime. Artık o kıza pastaneye gitmeyi teklif edebilir, Zafer Çarşısı'ndaki sanat galerisine girerken daha özgüvenli davranabilir, hatta belki kendime bir Kızılay kafesinde orta kahve bile söyleyebilirdim.

Eve dönene kadar arabada saçıma kaç kez baktım hatırlamıyorum. Evde aynaya nasıl koştum hatırlamıyorum. Büyükbabamın 'Elvis Presley'e benzemişsin' deyip gevrek gevrek güldüğünü hatırlıyorum ama.

Sonra bir şey oldu. Annem 'hadi bakalım bayram banyosuna' dedi. Bu çağrı, az önce kocaman bir delikanlı olan bana yeniden bir çocukluğa dönüş çağrısı gibi geldi. Çünkü banyoya girersem saçımı yıkayacaktım. Saçım bozulursa yeniden çocuk olacaktım. Reddettim banyoya girmeyi. Annemin kararı kesindi: 'O banyo yapılacak.'

İmdada yine abim yetişti. 'Sabah saçını yaparım ben' dedi ve çaresizce girdim banyoya.

Abim imdada yetişmişti yetişmesine, ancak yine de bir delikanlı, bir yetişkin olarak girdiğim banyodan bir çocuk olarak çıktım. Bu halimle orta kahvelerin değil açık çayların insanıydım yine.

Aradan geçen 26 yıldan sonra şimdi ne mi oluyor? Galiba çocukluğumu özlüyorum. Üsküdar'daki berberim Halid'e gidip 'nasıl olsun' sorusuna 'sen bilirsin' cevabını veriyorum. Büyümek mi? Evet, o elimden geldi. Fakat ne işe yaradığını hiçbir zaman öğrenemedim.

Yetim gülerse dünya güler

Yetimler bize, o yetimler yetiminin, o güzeller güzelinin armağanıdır. Kendisi de bir yetim olan Efendimiz (sav), yetimlerin korunup kollanması, onların bakımının temini konusunda özel bir hassasiyet geliştirmiştir.

Tabii, Rabbimiz'in yetimler konusunda ortaya koyduğu bakış da apaçık ortadadır.

Bu yıl bir kez daha sevinçle görüyorum ki, ümmetin yüz akı İHH'nın başlattığı yetim duyarlılığı diğer STK'lara da sirayet ederek çığ gibi büyüyor. Allah'a hamdolsun. Dişinden tırnağından artırarak yetimlere, düşkünlere, gariplere, fakirlere sahip çıkan her yürekli insana binlerce selam olsun.


Tabii, bir yandan bu sene yetimlere yönelik kampanyaların çeşitliliği de beni sevindiren unsurlar arasında.

Özellikle 'yetimlere bayramlık' kampanyalarına bayılıyorum. Sadece 80-100 liraya bir yetim çocuğun bayramının azıcık da olsa mutlu geçmesini sağlamak, o yavrunun yüzünü birazcık olsun güldürebilmek ne muhteşem şey.

Hadi o halde pamuk eller cebe. Bayram tatlısı almayıverin mesela. Gelen misafirinize 'biz size tatlı ikram etmek yerine bir yetime bayramlık aldık' dersiniz dilerseniz. Ya da tatlınızı alın. Misafirinizin ağzı tatlansın. O çok beğendiğiniz ayakkabıyı almayın mesela. Ya da o bluzu, o eşarbı. Bu bayram da geçen yıl aldığınız o güzel gömlekle idare ediverin. Olmaz mı?

Bence olur. Çünkü vallahi ve billahi, bir yetim gülerse dünya gülecek. Küçük bir fedakârlıkla bir yetimin bayramı azıcık da olsa 'bayram' olacak.

Kalbi sofra

Bu Ramazan, sahurlarımın tamamına yakınını; Haşmet abi, Selahattin, Selman ve İbrahim sabit olmak üzere her gece sayıları azalıp çoğalan bir grup insanla Çengelköy'de yaptım. Haşmet abi, attığı bir mesajla koydu soframızın ismini: 'Kalbî sofra.'

Her gece, insanı, politikayı, sosyolojiyi, kadınları, erkekleri, Türkiye'yi, dünyayı anlamak için dağınık, uçuşan sohbetler ettik sabahlara kadar.

En çok hayatı konuştuk. Çok özlemişiz hayatı. Onu fark ettik. Yeni Şafak'ın kurumsal ilişkiler yöneticisi Yavuz Yaman'ın Bingöl'deki çocukluk anılarını da dinledik, İbrahim Karagül'ün dış politika analizlerini de, Bekir Cantemir'in tapu kadastro öykülerini de, İbrahim Tenekeci'nin dağcılık maceralarını da…

Açık konuşmak gerekirse, Ramazan benim açımdan sadece bu uzun sohbetlerden, bu yaşantı parçalarından ibaret olsaydı bile şahane geçmiş olurdu.

Hani 'nerde o eski Ramazanlar' diyen bir takım yaşlılar vardır ya. İşte Allah ömür verir de bana birileri 'eski Ramazanlar nasıldı' diye sorarsa onlara bu Ramazan'ı anlatacağım. 'Evlat' diyeceğim, 'ıhlamurların çiçeklenme ayına denk gelmişti o Ramazan. Ortalık mis gibi İstanbul kokuyordu. Biz akşamları on iki gibi sevdiğimiz ne kadar eşimiz dostumuz varsa onlarla bir masa kuruyorduk. Biz masa kurunca Hasan çayları dağıtıyordu. Hayat, usulca izin alıp çöküyordu yanımıza. Kendini bize yavaşça açıyordu. Konuşuyor, dertleşiyor, anlamaya çalışıyorduk onu. Sonra bir sofra kuruluyordu. Domatesten, peynirden, yumurtadan ve bolca muhabbetten oluşan bir sofra… 'Derdim zorum insanla, onu anlamakla' yazıyordu sofranın üzerinde. Yazmıyordu aslında. Fakat oradaydı. Biliyorduk.
#Hoca Dayı
#yetim
#bayram
9 yıl önce
Nasıl olsun?
Bu başarı hepimizin
Bin Kayrevan’dan bir Kayrevan’a
Herkeste bir ‘ben’ var, bir de ‘gerçeklik’…
Yatırım grevi
Gölge oyunu...