|
Mart hüznü...

Mart benim hüzün zamanımdır.

Ve bir soru her yıl bu mevsimde yeniden takılır aklıma; kahramanlar nasıl ölürler?

Unutulmaya yüz tutmuş dertlerin fırsat bulduğu bir zaman aralığı gibi ansızın çıkıyor karşıma, fikrimi, zikrimi, ruhumu derinden sarsıyor esen mart rüzgarları.

Ve tarihler beliriyor bir bir; 18 Mart 1915 Çanakkale, 13 Mart 1997 İstanbul, 23 Mart 1960 Urfa…

Kahramanlıklarla dolu tarihte gezintiye çıkınca hükmü veriyorum, nasıl yaşarsa öyle ölür kahramanlar.

Onların geçişini seyre dalarken hayalimde; Akif''in dizelerini mırıldanıyorum usulca;

“Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın

Gömelim gel seni tarihe desem sığmazsın”

Üç zamanı birden yaşıyorum bu günlerde. Kah Çanakkale''de Anafartalar''da, Arıburnu''nda, Conk Bayırı''nda, Seddülbahir''de, Kitre''de, Alçı Tepe''deyim, kah İstanbul''da Fatih Camii''nde muhteşem bir cenazede saf tutanlar arasında, kah Urfa''da bir otel odasında…

Çanakkale''den sesler duyuyorum, semaya niyazları yükseliyor. Anadolu''da yerini ağıtlara, vatan sağolsunlara bırakıyor. Cepheden nice siyah beyaz fotoğraflar beliriyor gözlerimin önünde.

Ölümü hafife alarak tarihi değiştiren kahramanların son geçişlerini temaşa ederken, kalbimin derinliklerinden bir kere daha sarsılıyorum, onulmaz bir hale müptela olmuşcasına.

“Bir devrin battığı yerde”, ölüm döşeğinde tam son nefesini verecekken, “benden vazife bekleniyor” diyen ve ölürken dirilen kendini aşmış şehit namzetlerini hatırlıyorum da, yoklukta varlık cilvesi bu olsa gerek diyorum.

Onlar kanatlanan ruhlarıyla mertebeler kat edip, bedenlerini toprağa emanet ederken, geride “Asude bir bahar ülkesi” bıraktılar. Bugün sayılarını tespit dahi edemediğimiz şehitlerimiz şimdi vatan toprağı mezarlarında -kefensiz de olsa- huzur içinde yatıyorlar.

Ne kadar çok borçluyuz mazidekilere, adını bilemediğimiz kahramanlara, istiklali büyütenlere...

Çanakkale''de “sıradağlar gibi” yan yana yatan Meçhul Kahramanlar''ın -gençlikleri düşüyor da aklıma- çağları delen burukluğu gün gün büyüyor bende…

Çanakkale''den kan değil, barış kokusu gelir şimdi…

İnsanlığın bütün acılarını içinde büyütmeli kahramanlar derken yitiklerin çoğaldığı, hüzünlerimin katlandığı buruk yüzünü bir kere daha hissettiriyor Mart.

Bir kahraman daha geçiyor ruhumdan..

Hayatını iman kalesi ve Alem-i İslam''ın mukadderatıyla alakadar geçiren, “Ey felaket ve helaket asrının adımı” olarak çağa seslenmesi için kendisine söz verilen büyük çilekeşin, Van Kalesi''nden düşerken mefkuresini seslendiren o bir kelime yeniden yakalıyor beni: “Davam…” Feryadı aradan geçen yıllara inat hala ruhlarda derin tesirini sürdürüyor, dava yaşıyor, dava adamaları dimdik ayaktalar.

Mart bahara hazırlık yapsa da o “ben acele ettim kışta geldim, sizler cennet asa bir baharda geleceksiniz…” sözüyle baharı emanet edeceği ümit tomurcuklarına seslendi, atideki nesillere birer çiçek gibi yetişecekleri zemini vaat etti…

Hasbilik, diyagramlık, vefa, sadakat, yaşatma zevki için yaşama zevkini terk etmek gibi insanı yücelten, kendini aşan değerleri talim ettiren bir dava adamı olarak iz bıraktı.

O, tarihin gördüğü ender kahramanlardan olarak fazilet ve şehametle geçen bir hayatın sahibi… 80 küsur senenin meşakkatli hayatı yüzünde tek bir kırışıklık meydana getiremedi. Mart soğuklarına, türlü türlü eza ve cefalara boyun eğmedi. Hiç iltifat etmediği dünyadan bir mevcudu meçhul olarak, Urfa''da bir otel odasında gün ağarmadan çekip gitti...

Henüz insanlığın masumiyet çağı ile tanışmamış hasımları onun en masum hallerinde bile bir büyük suç gördüler…

Fakat o tenezzül etmedi bizim yenildiklerimize ve yenilmemiş bir insan olarak çağa şöyle seslendi:

Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde, bir cani gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan menedildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere maruz kaldım. Zaman oldu ki hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim… İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum... Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda ahiretimi de feda ettim… Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu… Milletimizin îmanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmağa razıyım: Çünkü; vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur.

Bugün Said Nursi''nin kabri dahi belli değil. Naşının defnedildiği Urfa''da sadece 111 gün kalabildi. Kabri korkularına yenik düşenlerin elleriyle ansızın bir gece yarısı operasyonuyla açıldı ve bilinmeyen bir yere uçakla götürdüler.

Onu mezarında dahi rahat bırakmadılar.

Ne yapmıştı ki, muarızlarını bu kadar kinlendirecek…

Zulüm sınır tanımıyor…

Fakat onun kabri binmese de namı sürüp gidiyor, eserleri milyonları etkilemeye devam ediyor…

Mart hüznü İstanbul''da…

Ve Hacı Kemal Erimez…

Önden gidenlerin, çölde gül yetiştirenlerin gül kokusunu duyarken, çehrelerinde beliren garipliklerini de hatırlıyorum.

Büyük Usta''nın onlarca yıl önce yaptığı kutsi çağrıya ''evet'' diyen bir avuç insandan biriydi o. Yola çıktı ve yaş 70''e geldiğinde bir kere olsun geriye dönüp bakmadı. O ilk sevdalıların gayret ve himmetleri imdada yetişince güllerle çöl hayat buldu. Yeniden dirilişin kahramanlarından olarak yaşadı ve vakti geldiğinde bir taze gül gibi düştü toprağa.Yüz binleri gözü yaşlı bırakarak alem-i faniden alem-i bakiye irtihal etti. O, çığır açan ilklerdendi ve Büyük Usta her fırsatta iç geçirerek sordu; İlklerin yerine kimi koyabildik sorusunu…

O şimdi Topkapı''daki kabrinde ziyaretçisi kesilmeyen bir ''sevdalı'' olarak yatıyor.

Çileye talip Büyük Usta''da “Dünyada beklentilerim değil hep derdim oldu” diyerek tarih 21 Mart 1999''u gösterirken canından çok sevdiği ülkesinden uçup gitti… Gidenin dönüş yolu gözlenir bilirim…

Mart hüzün mevsimim sürürken kahramanlar nasıl ölürler sorusu yine aklımdan akıp gidiyor.

Ne kadar da çok şey borçluyuz maziye, kahramanlara…

Size ödeyemeyeceğim borcumu. Belki hemen önümde duran geleceğin fikir ve gönül mimarlarına borçlanırsam, kahramanlıklar düne ait bir avunma olmaktan çıkar…

Hayatını bir büyük davaya vakfetmiş kahramanların sergiledikleri tablo Mart hüznünü bıraksa da bende, insanın bir gerçek derde, hakiki bir davaya ihtiyacı olduğunu, derdi ve davası olmayanların arızalarının çoğaldığını, hayatlarının anlamsızlaştığını ve insanın ömrünün kısaldığını idrak etmeme vesile oldu.

Dertsiz ve davasız olunca yapamadıklarını konuşamaz artık insan.

Küçük alışkanlıklarını “yaptığı büyük işler” olarak görür ve insan aldanır.

Marifet, kahramanları gömmek ve üzerlerine abideler dikmek değil.

Marifet, kahramanları mezarında dahi rahat bırakmamak da değil.

Marifet, kahramanları yaşatmaktır, uğruna öldükleri değerleri baş tacı ederek…

17 yıl önce
Mart hüznü...
İslâmî hareketten kavramlar savaşına…
Yaşama Sanatı ve Sinema
Bizim sorunumuz ne?
İran’da değişimin ayak sesleri…
İslâmcılık, milliyetçilik ve tam bağımsızlık