|
Ne sakallarınızı kesin ne de tekfircilere katılın

Bir varmış, bir yokmuş. Bir grup insan, bir hayali gerçekleştirmek için bir gemiye binmiş, açık denizde yola çıkmış. Amaçları daha önce hiç kimsenin gitmediği, gidemediği bir yere, 'Yeni Türkiye'ye ulaşmakmış.



Yolculuk güzel başlamış başlamasına, arada ufak tefek meseleler olsa da sorunlar çözülüyormuş. Derken bir fırtına kopmuş, ardından gemileri ağır ve beklenmedik bir saldırıya uğramış, gemi sakinleri açık sularda bir ölüm-kalım savaşı vermeye başlamışlar. Hep birlikte çalışıp gemiyi alabora olmaktan kurtarmışlar. Ama fırtına şekil değiştirse de bir türlü dinmiyormuş, kendilerine saldıran gemilerin biri gidiyor öteki geliyormuş. Bir dalga, bir dalga daha derken, bazıları yorulmuş, bazıları usanmış. Sonunda saldırılar kesilmiş, fırtına durmuş, ama kendilerini yiyecekleri-içecekleri azalmış, bedenleri, zihinleri tükenmiş, gemileri zarar görmüş ve rotadan çıkmış halde okyanusun ortasında ilerler halde bulmuşlar.



Bazıları kaptana güveniyormuş. O korkunç fırtınalar silsilesinden kendilerini sağ salim çıkarmış adamın, her şeye rağmen, kendilerini 'Yeni Türkiye'ye ulaştıracağından eminlermiş. Bazıları aynı fikirde değilmiş, bazıları korkuyormuş, bazıları pişman olmuş. Aralarında olağanüstü şartlar oluştuğunda kaptanın uyguladığı yöntemleri beğenmeyen de varmış, beğenmese de susup uygulayan da, başta beğense de zaman içinde fikrini değiştiren de...



Zaman ilerledikçe ve denizin ortasında çetin şartlarda yolculuk devam ettikçe, kapı arkası fısıldaşmalar başlamış. “Keşke yola çıkmasaydık”, “Keşke 'yapmayın' diyenleri dinleseydik”, “Ne gerek vardı bu yolculuğa?” lafları birbirini takip etmeye başlamış. Hepsi, her konuda aynı fikirde değilmiş elbette. Ama kamplaşma başlamış işte.



Gelgelelim kapı arkalarında fısıldaşanlar sadece onlar değilmiş. Kendine kaptana yakınlığıyla kaptanın gölgesi anlamı yükleyenler, bu yakınlığı istismar edenler, kaptana gemide olan biteni yetiştirenler de kapı arkalarını mesken tutmuş. Bazıları ötekileri kaptana ihanetle, ikinci kaptanın hatta düşmanın adamı olmakla, gemiyi içeriden çökertmeyi amaçlamakla bile suçluyormuş.



En fırtınalı günlerde, ardı arkası kesilmeyen top atışlarına direnilen günlerde olan birlikteliğin arasına su sızmış. Yorgunluk, dedikodu, şüphe ve vesvese, artık gerçeklik payı olanla olmayanın da ayrılamadığı sisli bir gerginlik ortamına dönüşmüş. Bu gruplaşmanın farkında olmayanlar dahi, ki bunların sayısı hiç ama hiç az değilmiş, kendini 'diğer grubun adamı' olmakla etiketlenirken bulabiliyormuş.



Bir maceraya çıkmanın, bir hayalin peşinde koşmanın en zorlu tarafı, yolda karşılaşacağın problemler değil, o problemlerin senin üzerindeki etkileri, seni neye dönüştürdükleri. Ne zaman korkarsın? Ne zaman vazgeçersin? Ne kadar dayanabilirsin? Korktuğunda, vazgeçtiğinde, tükendiğinde nasıl tepki verirsin? İmtiyazların elinden alındığında ne yaparsın? İnsan, kendisiyle ve yol arkadaşlarıyla ilgili bu soruların cevaplarını ancak zor günlerde öğrenir. Ve ardından şu soruları sormaya başlar: Arkasında bir güç olmadığında da böyle konuşabilir mi? Cesaretinin ne kadarı gerçek ne kadarı şov? Fikirlerinin ne kadarı kendisinin, ne kadarı tekrardan ibaret? Verilen imtiyazları istismar mı ediyor yoksa ortak ideal uğruna mı kullanıyor? Güle eğlene çıkılan yolculuk sınava dönüşür, yol uzadıkça sınav zorlaşır. Gerçekle söylenti birbirine karışır, doğru sorulara yanlışlar eklenir, derken onları şüphe ve vesvese takip eder. Ve sınav aynı zamanda psikolojik bir harp haline gelir.



Hikayeleştirme şeklimi mazur görün. Lakin şu 'troller ve yazarlar tartışması' diye adlandırılan mesele üzerine düşünürken kendimi yukarıdaki gibi bir tabloyu resmedenken buluyorum. Tartışma 'troller ve yazarlar' diye bir kalıp üzerinden yürüyor ama mesele 'yazarlar' ve 'başka yazarlar', 'medya' ve 'bir başka medya', bir grup ve bir başka grup aslında. Biri güzel konuşuyor, ağzı iyi laf yapıyor, siyaseten doğruculuk oynamayı biliyor, modern dünyanın gözüne ve kulağına hitap ediyor; ötekinin dili kaba, yazıları ve tweet'leri tehditkar, kendisinin edemediği küfürleri trollere ettiriyor. Biri usulde haklıymış gibi görünüyor, öteki esasta. Ama zamanla anlıyorsun ki, usulde haklı olanın da üslubu bozuk, kibri kibarlığından önde gidiyor; esasta haklı olanınsa hak hukuk umurunda değil, zaten bunlara kafa yormuyor, kaptan nereye dümen kırarsa oraya yatıyor.



Bunun benzeri bir durum iç savaşın pençesindeki Suriye'de de var aslında. Savaş bitmedikçe, akan kan durmadıkça, bir grup Batı'ya yaranacağım diye sakallarını kesiyor, yardım almak için kimliğinden vazgeçiyor; ötekiyse buna hayır diyor ama yetinmiyor, şüphe ve vesvese içinde kendinden başka herkesin savaşından şüphe ediyor, herkesi hain ilan ediyor, bir tekfirciye dönüşüyor.



Son yıllarda geçirilen fırtınalı süreçte Erdoğan'ı destekleyen çevrelerde de benzeri bir durum oluşuyor. 'Yeni Türkiye'ye ulaşamadıkça, yeni bir söylem üretemedikçe, yeni bir düşünce biçimi oluşturamadıkça, bir grup 'Yanlış yaptık,' diyerek sakallarını kesiyor, hatta bazıları 'Üçüncü Yol'culuğa kayıyor, diğer grupsa şüphe ve vesveseyle kendinden başka herkesi hain ilan ediyor, IŞİD'in tekfirciliğine benzeyen bir zihniyetle herkesin bağlılığından, sadakatinden şüphe ediyor.



Olan tabi, bu ikisinin dışında kalan büyük kalabalığa oluyor. Bu iki marjinal uca da dahil olmayan kitle, Suriye'de olduğu gibi burada da iki kamptan birine itilmeye, ya da çekilmeye çalışılıyor. Lakin bu geminin hala bir kaptanı var. Ve bu kalabalık, o kaptana inanıyor. Ben de öyle...


#tekfirciler
#ışid
#Yeni Türkiye
8 years ago
Ne sakallarınızı kesin ne de tekfircilere katılın
Zamanda ve mekânda bir uyanış: Sîdî Ukbe Ulucamii
19 Mayıs’a 10 gün kala…
Uluslararası doğrudan yatırımları çekmek
Enflasyon, döviz kuru beklentileri ve CDS
İsrail ve Batı’nın çifte standardı